Loic Wacquant'la söyleşi (Yapanlar; Fırat Bozçalı, Seda Aydın, Canay Özden Çeviren: Aytuğ Şaşmaz)
Bourdieu için devlet nedir, ya da ne değildir?
Öncelikle şunu belirtmekte fayda var; insanlar Bourdieu’yu bir siyasi sosyolog ya da bir
devlet analizcisi olarak görmezler. Çoğunlukla bir kültür sosyologu olarak görülmüştür, ama
aslında sembolik iktidarın sosyologudur. Bourdieu, Max Weber’in “fiziksel şiddetin meşru
kullanımını başarıyla tekelleştiren fail olarak devlet” tanımını alır, buna sembolik iktidarın
kullanımının da devlet tarafından başarıyla tekelleştirildiğini ekler. Nedir bu sembolik iktidar?
Kategoriler, sınıflandırmalar, isimler, semboller, kimlikler; temsil düzeninde olan her şey.
Örneğin, insanları kategorilere göre sınıflandırıyoruz, etnik kategorilere, cinsiyet kategorilerine, milliyet kategorilerine göre…
Peki, nasıl oluyor da, insanlar bu kategoriler üzerinde anlaşıyorlar? Nasıl oluyor da hepimiz aynı kategorileri kullanıyoruz? Okul sistemi sayesinde. İnsanlar ulusal eğitim sistemlerinden geçiyorlar, bu ortak kategorileri öğreniyorlar.
Yani, en azından olan biteni algılamak ve değerlendirmek için ortak bir zihinsel çerçeve
üzerinde anlaşıyorlar. Ancak, durum bundan ibaret değil, her zaman benim sınıflandırmamla
senin sınıflandırman arasında, benim düşünme biçimimle senin düşünme biçimin arasında bir
uyuşmazlık var. Zihinsel çerçeveler arasında bir çatışma var. Bir çatışma olduğunda, bu
çatışma üzerinde hüküm verme gücüne sahip fail devlet. Çünkü devlet son tahlilde, kimin
kim, neyin ne olduğu konusunda, hangi kategorileri kullanmamız gerektiği konusundaki
otoriteyi elinde bulunduruyor, çoğunlukla yasa aracılığıyla bu otoriteyi kullanıyor. Ya da
bürokratik kategorileri ve devletin zihinsel faaliyetlerini kullanarak, malları, hizmetleri
dağıtan ya da dağıtmaktan imtina eden kamu bürokrasisi aracılığıyla. Yani Bourdieu’nün
devlet anlayışı Weber’in maddi iktidarı tekelleştiren ve tatbik eden devlet tanımıyla örtüşüyor,
ama burada maddi iktidarın yanına zihinsel iktidar kavramı da ekleniyor. Zihinsel iktidar da
insanların aynı kategorileri kullanmasını sağlayan, dünya hakkında aynı şekilde düşünmesini,
hissetmesini sağlayan kabiliyeti işaretliyor.
Mücadele Sahası Olarak Devlet
Devletin kendisi de daha önceki sınıflandırma mücadelelerinin bir sonucu ve insanların
sürekli mücadele ettikleri bir saha. Örneğin, Fransa ve Türkiye’de “etnik kimlikler tanınmalı
mı?” ya da “devletin etnik kimlikleri kendi resmi kategorileri olmalı mı?”, “bir nüfus
sayımında insanlara ‘siyah mısın, beyaz mısın, yoksa Arap mı?’ diye sorulmalı mı?”
tartışmaları cereyan ediyor. Fransa’da etnik kategorilerin resmileştirilmesi üzerine büyük bir
tartışma var, Türkiye’de de olduğunu zannediyorum, adını koysak mı? Devlet hayır diyor,
kendi kategorilerini mutlak ve ebedi olarak sunuyor. Ancak gerçekte, bu kategorilerin kargaşa
zamanlarında değiştiklerini biliyoruz, yani devlete karşı bunları değiştirmek için mücadele
edebilirsin. Ancak Bourdieu için önemli olan bu mücadeleyi devletin içinden de
gerçekleştirebileceğindir. Bourdieu devleti yeniden düşünmek için çok faydalı üç kategori
sunar:
İlk kategori ‘sembolik iktidardır’. Bourdieu’ye göre “devlet sembolik iktidarın merkez
bankasıdır”. Devletin maddi iktidarı kullandığını, orduyu, polisi, hapishaneyi kontrol ettiğini Hobbes’tan beri biliyoruz, her materyalist devlet teorisi de bunu teyit etti zaten. Ancak
Bourdieu devlet iktidarının daha mahir biçimleri konusunda çok özgün. Bu iktidar zihinsel
kategorilerin biçimi üzerinden, gündelik etkinlikleri anlamlandırmada kullanılan şematiği
insanların kafasına yerleştirme üzerinden uygulanıyor. Bu şematik sayesinde insanlar herkesin
kullandığı kategorileri kullanıyor, böylelikle dünya anlaşılabilir görünüyor, kimse bazı
kimlikleri ve bölünmeleri sorgulamıyor. Ama mücadele sürekli devam ediyor; devlet bir
bakıma bugünkü sembolik iktidarın dağılımının tescillendiği yer. Bu durumda devlet hem
sembolik iktidarı -kategorileri ilk oluşturan güçlerden bağımsız olarak- kullanan bir fail, hem
de bir mücadele bölgesi, mücadelenin süregittiği bir saha.
Bourdieu’nün kullandığı ikinci önemli kavram ‘bürokratik sahadır’. Devlet-toplum
karşıtlığında ya da devlete karşı yapıldığı söylenen siyasal hareketlerde olduğu gibi devlet,
genelde sınırları belli yekpare bir varlık olarak görülür. Bourdieu, devletin çapının,
sınırlarının, görevlerinin, aldığı şeklin tarih boyunca değişime uğradığını söyler. Bu demek
oluyor ki devlet derken neden bahsettiğimizi tam olarak bilmiyoruz. Yekpare devlet algısını
değiştirmeliyiz, yerine tanımlamaları ve kamuya ait malların dağıtımını tekeline alan
kurumlar olarak bürokratik saha kavramını koymalıyız. Diyeceksiniz ki “bunun eyleyiciliği
nerede?”. Yanıt: “Duruma göre değişir!” 19. yüzyıl İngiltere’si Atatürk tarafından kurulan
modern laik devlet değil, aynı kurulumdan bahsedemeyiz. Bu devlet tanımı, devleti yekpare
bir varlık olarak gören anlayıştan kurtulmamızı sağlar, bunun bir değişken olduğunu gösterir.
Bu sayede, devletin çok heterojen ve parçalanmış olabileceğini de, ya da çok merkezi, birleşik
ve tutarlı olabileceğini de görmüş oluruz. Kamusal malları tanımlayan ve dağıtımını
gerçekleştiren bürokrasilerden oluşan bir mücadele sahasıdır devlet, ancak neyin kamusal
mal, neyin kamu bürokrasisi olduğu konusunda da sürekli bir çatışma vardır. Örneğin eğitim
kamusal bir hizmet mi olmalıdır, yoksa özel mi? Kamusal bir hizmet olduğunu söyleseniz
bile, çatışma devam eder: Hangi kamu kuruluşu bu hizmeti vermelidir, nasıl, kime
vermelidir? Kamu bürokrasileri arasında da bir rekabetten söz edilebilir; hangi kurumun daha
fazla bütçesi ya da yetkisi olacak? Ayrıca devletin dışında kalan kimselerde de bu hizmetleri
alabilmek için sürekli bir mücadele vardır.
Üçüncüsü de, Bourdieu’nün The Weight and the World kitabında da üstünde durduğu gibi,
yüzlerce yıllık mücadelenin sonucunda modern rasyonel devletin iki eli, ‘sağ eli ve sol eli’
olduğu savıdır. Devlet içinde cinsiyete dayanan bir iş bölümü olmuştur, sağ eli paternalisttir.
Kontrol eden, disipline eden, kıt kaynakları idare eden bu eldir. Maliye bakanlığı, ordu, polis
kuvvetleri, hapishane sistemleri. İskandinav ülkelerinde bile bu görevlerin erkekler tarafından
yapıldığını, bu işlevlerin erkeklere özgü olarak değerlendirildiğini görebiliriz. Devletin sol eli
ise bakan, besleyen, koruyan eldir. Bu el, barınma, sağlık, eğitim gibi hizmetleri karşılar, iş
hukukunu düzenler. Bourdieu, devletin bugünkü yeniden kurulumunun sağ ve sol eller
arasında bir mücadele olarak görülebileceğini öne sürer. Neoliberal devrim, sağ elin sol eli
kontrol etmeye çalışması, hatta bertaraf etmesi olarak değerlendirilebilir.
Maddi İktidar ve Sembolik İktidar Ayrı-mı(?)
Devletin bir mücadele sahası olduğunu söylüyorsunuz. Bu demek oluyor ki, devlet zaman
içinde değişiyor. Bu değişimin genel özellikleri, ortak ilkeleri var mıdır? Değişimin bir
motoru ya da mücadeleyi tetikleyen belli unsurlar var mıdır?
Burada devletin teorik olarak yeniden konumlandırılması gereğine işaret ediyoruz, çünkü
devlet mücadelenin ortaya çıktığı tek saha değildir. Bürokratik sahanın kendisinin iktidar
sahası içinde yeniden konumlandırılması gerekir. Farklılaşmış, ileri toplumlarda iktidar Feodal düzende hâkim güçler arasındaki bir mücadeleden bahsettiniz ve moderniteyle
beraber bir şeylerin değiştiğini de vurguladınız; peki modernitede kimler arasında mücadele
var?
Bence Bourdieu’nün özgünlüğü burada. Siyasi sosyoloji yapanlar genelde tabi olanlarla
devlet arasındaki mücadeleye odaklanır. Sivil toplum-devlet, sosyal hareketler-devlet
mücadeleleri gibi. Dışarıda kalanın devletle mücadelesine yoğunlaşılmıştır, ama Bourdieu
bize tabi olanla hâkim olan arasında diye düşündüğümüz mücadelelerin çoğunun aslında
farklı tür hâkimler arasında geçen iç bir mücadele olduğunu söyler.
Belki de hem hâkim olma hem de tabi olma durumunu sorguluyor…
Tabi olanların bu tabiyeti sona erdirmek için yaptıkları bir mücadele var. Ancak toplumsal
alanda bu dikey mücadelelerin yanı sıra, bir de yatay mücadeleler var ve bu mücadeleleri
anlamanın en iyi yolu birinin diğerinde nasıl yankı bulduğunu anlamaktır. Örneğin
entelektüeller ve sanatçılar Weber’in tarif ettiği gibi bir yaşam sürdürmeyerek kapitalist
burjuva yaşam tarzına muhalefet ederler. Tasarruf eden, her şeyi hesap eden, kârını
azamileştirme çabası içindeki Protestan iş adamı yaşam tarzının tam karşısında durmaya
çalışırlar. Bu bir yaşam tarzı muhalefeti gibi gözükse de, aslında iktidar alanının iki kutbu
arasındaki bir mücadeledir ve tabi olan sınıfla entelektüel sınıf arasında bir benzeşme yaratır.
Neden? Çünkü tabi olanla hâkim olan arasındaki ilişki, entelektüelle burjuva arasındaki
ilişkinin aynısıdır. Entelektüel gücün kültürel biçimine sahiptir, ancak bu güç ekonomik
iktidara tali hale gelmiştir.
Böylelikle, Bourdieu akademisyenlerin solcu olma eğilimlerini de açıklar. Akademi içinde de
iktidarın maddi formlarına yakın olan disiplinlerle sembolik formlarına yakın olan disiplinler
arasında benzer bir yapılanma vardır. Örneğin, Harvard’da siyaset bilimi bölümüne neden
government (hükümet, idare) dendiğini düşünün. Çünkü edindiği yer sonucunda bölüm
bürokratik sınıfın çıkarlarına doğrudan tabi hale gelmiştir. Siyaset bilimi pek çok zaman
devlete memur yetiştiren teknik bir disiplin olarak görülmüştür. Ancak özerkleştikçe ve
bilimsel konulara odaklandıkça, akademik alan maddi kutbun taleplerinden bağımsız hale
gelir ve eleştirel bir disiplin olur. Bu tür bölümlerde Foucaultcuları, Marksistleri ve diğerlerini
bulabilirsin.
O zaman sosyal bilimle uğraşmanın ontolojisi nedir?
Bence entelektüeller akademik sahanın özerkleşmesiyle ortaya çıkktı. Bilim, 16. ve 17.
yüzyıldaki akılcı devrimle ortaya çıkmış tarihi bir icattır. Üniversiteler içinde kurumsallaşmıştır ve bu sayede entelektüeller kendi sorularını sorabilecekleri, kendi tartışma
araçları üzerinde yoğunlaşabilecekleri özerk mikrokozmoslara erişmişlerdir. Bu, bilimin
kendisini dini otoriteden, siyasetten bağımsızlaştırdığı bir süreçtir. Örneğin, siyaset biliminde
ampirik gözleme ve mantıklı bir argümantasyona dayanan tezler üretmen beklenir ve bu tezler
babanın kim olduğuna, dininin ne olduğuna ya da ne kadar para getireceklerine göre
değerlendirilmez. Bunun sonucunda dünya hakkında daha çok şey bilmeni sağlayan modeller
ortaya çıkar. Böylelikle entelektüeller kültürel iktidarın belli bir biçimini ele geçirirler.
Bugünün iktidar sahasında maddi iktidar biçimlerinin baskın olduğunu görüyoruz. Yani
iktisadi iktidar, kültürel iktidardan üstün. Burada soru şudur: Bu, tarihi bir sürecin sonucu mu
yoksa hep mi böyleydi, bu durum tarih-ötesi bir olgu mu? Bourdieu’nün çalışmalarında bu
açıdan bir belirsizlik olduğu söylenebilir. Özellikle erken eserlerinden, son tahlilde iktisadi
iktidarın her zaman üstün olageldiği sonucu çıkarılabilir. Ancak bunun tarihin bir okuması
olduğu ve iktidarın sembolik biçimlerinin üstün olduğu bir toplumun da mümkün olduğu da
söylenebilir. Ancak sembolik iktidarın kullanılması için öncelikle maddi koşullardan
bağımsızlık kazanılması gerektiği de iddia edilebilir. Bir toplumda iktidarın ya da sermayenin
hangi biçiminin üstün olduğunu ölçmenin kolay bir yolu da şudur: Farklı iktidar biçimlerine
hükmeden failler, diğer iktidar odaklarına yakınlaşmak zorundan kalmadan güçlerini yeniden
üretebiliyorlar mı, bunu hangi ölçülerde başarıyorlar?
Ama maddi iktidar ve sembolik iktidar karşılıklı bir biçimde işlemiyor mu?
Maddi ve sembolik iktidarı analitik olarak birbirinden ayırabilirsiniz, ancak gerçek hayatta
ayıramazsınız. Bu Bourdieu’nün temel önermelerinden biridir: Maddi bir dünya var olduğu
anda, deneyimleme ve algılama başlar, böylece her maddi ilişki aynı zamanda bir sembolik
ilişkidir. Bourdieu’yü anlamanın verimli yollarından biri, semboller iktisadının maddi bir
analizini yapmaktır. Ama bu yeterli değildir; bir örnek üzerinden ifade edeyim. Örneğin
barınma iktisadını ele alalım. Evlerdeki her şeyin sembolik anlamları da vardır, odaların
şekilleri gibi. Ancak evin üretimi de hangi firmanın evi nasıl ürettiğine bağlıdır. Yani, hem
sembolik ekonominin maddi analizini hem de maddi ekonominin sembolik analizini yapmak
gerekir.
Bourdieu’nün İktidarı
Bourdieu ‘iktidarı’ nasıl anlamaya çalışır?
Bourdieu’nün iktidar kavramını düşünürken öne sürdüğü faydalı yaklaşım, ‘topolojik
mantık’tır. Bu mantıkta farklı faillerin birbirlerine göre pozisyonları ve hareket alanları
değerlendirilir, kimin ne kadar iktidar sahibi olduğuna bu açıdan bakılır. Herhangi bir an için,
bürokratik sahanın fotoğrafını çekebilir ve “bu kurum bununla uğraşıyor, bu kurumun görevi
bu” diyerek, yani ampirik verileri kullanarak bürokratik saha içerisindeki iktidar dağılımını
ortaya çıkarabilirsiniz. Ancak, bu sadece o ana ait bir fotoğraftır. Unutulmaması gereken, bu
fotoğrafın belki 15 ya da 30 yıl önce çok daha farklı olduğudur. Yani bu topolojik yaklaşım,
her iktidar pozisyonunun diğer pozisyonlara bağlı olarak tanımlandığını gösterir. Ancak,
çatışmanın sürekli olarak devam ettiğini ve bu çatışmalar sonucunda kaynak dağılımının ve
prestij hiyerarşisinin sürekli olarak yeniden biçimlendiğini unutmamak gerek. Bir başka
analoji de şöyle kurulabilir: Bir kart oyunudur bu; poker gibi. Farklı oyuncuların farklı pulları,
markaları, kartları vardır. Oyuncular oyun boyunca sürekli başkalarının markalarından
toplamaya çalışırlar. Ancak öyle bir oyundur ki bu, oyun boyunca pulların ve markaların
değerleri de değişir. Bu yüzden, iktidar analizinin iki farklı yüzü vardır.
Birincisi, iktidar sahası haritalarını kullanacağın ‘yapısal bir analiz’dir. Bürokratik sahanın
yapısı, neyin olanaklı, neyin olanaksız olduğunu, nelerin ihtimal dahilinde olduğunu, nelerin
olmadığını belirler. Ancak bu olanakları harekete geçiren oyunculara gereksinim duyulur. Bu
oyuncuların kendileri de devlet tarafından ortaya çıkarılır. Devlet tarafından, okullarda
eğitilmişlerdir. Devletin düşünüş biçimini içselleştirirler. Söz gelimi 1975 yılında Türkiye ve
İran’da bürokratik sahanın yapılarını incelemek, bu konuyla ilgili ampirik göstergeler bulmak
istiyorum diyebilirsin.
İkincisi ise, bir ‘tarih analizi’dir. Neden ordu ve bürokrasi Türkiye devletinde bu kadar merkezi bir pozisyona sahip? Bunu anlamak için mücadelelerin, çarpışmaların izini sürmen
gerekir: Hangi mücadelenin sonucunda ordu bu pozisyonu ele geçirdi, bürokrasi toprağı,
okulları, üniversiteleri yönetir hale geldi? Bourdieu’ya göre devlet, tarihsel mücadelelerin
katmanları olarak görülebilir. Her katman, bir mücadele dönemini yansıtır. Ancak burada
unutulmaması gereken şey devletin her on dakikada bir ya da her on yılda bir sil baştan vücut
bulmadığıdır. Örneğin, Türkiye devleti geçtiğimiz yılın mücadeleleriyle biçimlenmemiştir, bu
biçimlenme yüzyıllar boyu sürmüştür. Tabii ki, Osmanlı döneminin etkileri doğrudan
değildir, ancak bugünün devleti için bir çeşit temel oluşturmuştur. Temel bileşenlerin, temel
bürokratik kurumların bir kısmı Osmanlı zamanında, bir kısmı işgaller sırasında, bir kısmı
devrimler zamanında, bir kısmı da Atatürk rejimi sırasında oluşturulmuştur, bunların bazıları
daha sonraki dönemlerde dönüştürülmüştür. Yani devlet, çok tabakalı bir pasta gibidir.
Elbette büyük devrimler sonucu her şeyin tersine döndüğü dönemler de vardır, bunun çok iyi
bir örneği Fransız Devrimi’dir. Ancak, bu dönemlerde varlığını sürdüren sınıflandırmalar ve
karşıtlıklar vardır. Bu noktada, ‘topolojik mantık’ önemlidir. Çünkü Bourdieu’ye göre
sistemdeki unsur, önemini pozisyonundan ve diğer unsurlarla ilişkisinden alır. Böylelikle
maddeci/özcü (substantial) düşünme tarzından vazgeçip, iktidarı ilişkiselleştirebiliriz. Ayrıca
artsüremsel (diachronic) bakış açısıyla mücadelelerin tarihini inceleyerek, bugünün
kurulumuna nasıl ulaşıldığını anlayabiliriz.
İkili bir analizden bahsettiniz ve her iki analizde de devlet hem bir yapı hem de bir fail olarak
karşımıza çıktı. Peki devlet aynı anda, hem bir yapı hem de bir fail midir?
Evet. Çok esnek bir yapıdır bu. Devletin özerk bir güce dönüştüğü dönemler de vardır, kendi
çıkarlarını sermayedarlara, din güçlerine, yabancı güçlere karşı koruduğu dönemler vardır.
Poulantzas’ın devletin göreli özerkliği tezinden mi bahsediyorsunuz?
Hayır. Bürokratik saha, savaş gibi hallerde merkezileşebilir ve iktidarını tek bir varlık gibi
tatbik edebilir. Ancak bu, tek tipleşeceği anlamına gelmez. Bürokratik iktidarı ele geçirmek
için dışarıda ve daha önemlisi içeride mücadele sürekli olarak devam eder. Örneğin, devleti
yekpare bir varlık olarak gören totalitaryan devlet tezini ele alalım. Önce 1989’da Berlin
Duvarı ve iki yıl sonra Rus devleti yıkıldığında, olguyu totalitaryan devlet tezi açısından
inceleyen birçok insan şaşırdı ve bunun nasıl olabildiğini anlamlandıramadı. Çünkü onlar için
sadece totalitaryan devlet vardı, değişimin nereden geldiğini anlayamadılar. Aslında bu
devletlerde de bürokratik bir saha vardı. Bu saha Batı bürokrasilerine benzemiyordu; bu
devletlerdeki bürokratik saha için doğru sınıflandırmalarımız da yoktu. Ama sosyalist ülkelerde her ne kadar devlet tekil bir fail gibi gözükse de bürokratik saha vardı ve bir
mücadele zeminiydi.
Bourdieu, devleti kapalı bir rejim olarak görmez. Kapalı rejimlerde mücadele sona ermiştir;
devlet işlevlerini yerine getiren bir aygıta, bir makineye dönüşmüştür. Bourdieu için bu
neredeyse imkansız bir durumdur. Çünkü bu bakış açısı mücadelelerin tarihini görmez.
Devletin ideolojik bir aygıtı olduğunu varsayalım ve Althusser’in dediği gibi bu aygıtın
“bireyi çağırdığını” ve biçimlendirdiğini kabul edelim, peki bütün bu resimde tarih nerede?
not: söyleşi temmuz 2007'de birikim dergisinin 219. sayısında yayımlanmıştı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder