Cumartesi, Haziran 14

Yalanın İnandırıcılığı

Ekrem Düzen/İnsanın kendi söylediği yalana inanması tuhaftır. Ama sadece ilk bakışta tuhaftır. Derinlikli bir bakış, hayatımızın çoğunu kendi söylediğimiz yalanları kendimize ve başkalarına inandırmakla geçirdiğimizi gösterecektir. Bunu yapmadığımız zamanlardaki uğraşılarımız o kadar önemsizdir ki vaktimizi neye harcadığımız sorulduğunda aklımıza bile gelmez. Bu önemsiz ve önemsiz olduğu ölçüde gerçek parçalar, ancak doğru soru sormayı meslek edinmiş kişiler tarafından akla düşürülür ve göze görünür hale getirilir – ve bu meslekler pek hoşa gitmez.


Tuhaf olan şudur: İnsan ettiği sözün arkasında durmaya meyillidir, gerçeğin değil. Kişi, kafasından geçeni bir kez dile getirmeyegörsün, artık o söz dünyanın en kıymetli malıdır. Ağzımızdan öylesine çıkmış bulunan sözlerin arkasında durduğumuz kadar işimizin gücümüzün arkasında durabilseydik her birimiz kendi kariyerimizin şampiyonu olurduk. Söze dökene dek varlığından pek haberdar olmadığımız hallerimizi bir kez söze dönüştürdüğümüzde ölümüne savunuruz.

İnsan niçin sözünün arkasında durmaya meyillidir? Çünkü ses kendi başına haberci değildir. Sahibine alıştırılmamış şahinin avcı olmayışı gibi sahibine alıştırılmamış ses de haberci olmaz. Sahipsiz ses sadece dışsal bir devinimdir; henüz işlenmemiş, işlenmediği için de içsel bir devinimin karşılığı haline dönüşmemiş ham bir eylemdir. Şahin, üstüne salıverildiği avdan önce sahibiyle bir ilişki kurmuş olmak zorundadır. Çünkü avı av yapan şahinin sahibine alışmışlığıdır. Sahip yoksa şahin bir yiyecek parçasına çullanır. Sahip varsa şahin av avlar. Söz, yöneldiği kişiden önce yönelten kişiyle ilişkilidir. Demek ki sadece kötü söz değil her söz sahibine aittir. İnsan söylediği söz aracılığıyla bir başkasıyla ilişki kurmadan önce o sözün kendisiyle ilişki kurar. Sahiplenme yoksa söyleyenden sadece bir seda çıkar. Sahiplenme varsa söyleyenin sedası kanatlanır, söz olur.


Ses sahipliğinin zemini, insanın kendi varoluş devinimleridir. Bu yüzden insanın söylediği sözü sahiplenmesinin tarihi, insanın tarihine eşittir. Tüm bir insanlık tarihine ve her kişinin kendi kişisel tarihine. Kibrit kutusunu açmayı ilk kez denemekte olan bir çocuk ancak aynı anda ağzını da açarsa o kutuyu açabilir. Parmaklarını saymayı ilk kez denemekte olan bir çocuk aynı anda bedeniyle de sallanırsa parmaklarını sayabilir. Sallanmayla, parmaklarını denkleştirebilen çocuk bundan sonra taşları, ağaçları, insanları da sayabilir. Önce bedenimizin devinimleriyle bir ilişki kurarız. Ve ancak bunun sayesinde bedenin yöneldiği nesneyle ilişkilenmek mümkün olur.

Varoluş, ancak ve ancak bir nesnenin başka bir nesneye ilişkilenmesiyle mümkündür. İlişki yoksa varlıktan söz edilebilir – belki – ama varoluştan söz edilemez. Varoluş, fiilin işaret ettiği gibi, varlığın süreklilik halidir. Ya da canlılık hali. Varoluşunun bilincinde olabilen bir canlı-varlık olarak insan diğer nesnelerle ilişkilenirken, tam bu sırada, bedenin kendisi de bir nesne olarak devrededir. Kibrit kutusunun bir sabit ve bir hareketli parçaya sahip olabilmesi, bununla ilişkilenmeye meyilli bedenin de bir tarafının sabit dururken diğer tarafının hareketlenebilmesiyle mümkündür. Algı dediğimiz olgu budur. Bu olmasaydı kibrit kutusunun sabit ve hareketli parçalarından söz edemezdik. Hatta kibritten veya kutudan da söz edemezdik.

[Kedilerin veya köpeklerin kibrit kutularını açabilmeleri bizi yanıltmamalı. Onların bu marifeti bizim ruh çağırmamıza benzer. Ortada, bizim vesilemizle bir hareket olmakta, mesela bir fincan fır fır dönmektedir; lakin bu hareket gerçekten bir ruhla ilgiliyse bile insanın bunu anlamasının bir yolu - en azından şimdilik, bilincimizin ve uygarlığımızın bugün varmış olduğu ufukta - yoktur. Kediler ve köpekler de tıpkı insanlar gibi ancak 'çok özel seanslarda' kibrit kutularını açabilirler. Aralarında medyumluk mertebesine yükselenlere de rastlanır. Buncağızlar genellikle sirklerde kariyer yaparlar. Bize daha çok benzeyen memelilerde, mesela şempanzelerde  – ve son zamanlarda anlaşıldığı kadarıyla domuzlarda – insana yakın bir algı vardır. Onlar da dışarıyla ilişkilenirken kendi bedenlerinin devinimleriyle bize benzer şekilde ilişkilenir. Temelde bir nitelik farkı yoktur. Ancak primatlar – veya domuzlar – bile bu devinimleri yüksek bir soyutlamaya yetecek denli uzun sürdüremezler. Tekrarlama temrinleri çok daha rastsaldır ve iki tekrarın birbirine benzeme oranı bize göre çok düşüktür. Aradaki nicelik farkı çoğu işlemde o kadar büyüktür ki onların kendi devinimlerini sahiplenmesi genellikle çok dar ve silik bir deneyim yelpazesi içinde gerçekleşir -şimdilik anlayabildiğimiz kadarıyla!]

Söz söylemenin sadece insana özgü olması şaşırtıcıdır. Fakat bizim dışımızda bir türün daha söz söyleyebiliyor olması akıl almaz olurdu. Ya da hepimizin aklı başka türlü evrilirdi. Bu durum evrende bizden başka akıllı bir yaradılışa rastlamak kadar acayiptir. Bir gün böyle bir şeye rastlarsak bu karşılaşma kendi türümüzün evriminde büyük bir kırılmaya yol açacaktır.

İnsan diğer nesnelerle – tüm şeyler ve kişilerle – ilişkilenirken önce kendi devinimleriyle ilişkilenmektedir ve ancak kendi devinimleriyle ilişkilenmek yordamıyla diğer nesnelerle ilişkilenebilmektedir. Bu ikisi aynı şey değildir. Birbirine denk de değildir. Bu ikili gibi görünen etkileşme hali, ilişkilenme düzeneğinin ta kendisidir. Biri olmadan diğeri olamayan bir ve aynı düzeneğin parçalarıdır. Zihnimiz ayırmaya dilimiz de tanımlamaya elverdiği için – başka türlüsüne de elvermediği için – bu iki düzenek parçasından ayrı ayrı söz etmek zorunda kalıyoruz. Her bir parçanın kendi hesabına gördüğü başka başka işler var elbette; ancak bu ikili düzeneğin bir parçası bir an için ortadan kaldırılacak olursa düzeneğin tamamının ortadan kalkacağı anlaşılmalıdır.

İnsanın inanma ihtiyacı – içgüdüsü, motivasyonu, veya arzusu da diyebiliriz – belli ki bilme ihtiyacından kat be kat fazla. O kadar ki inanmayla kıyaslandığında bilme, bir ihtiyaçtan çok mecburen edinilmiş bir teknolojiye benziyor. Komşuda olduğu için aldığımız ve ne yapacağımızı pek de bilemediğimiz bir eşya gibi. Yarattığı dağınıklığı toparlamak için harcamak gereken zaman ve enerjinin, sağladığı kolaylığa küfür ettirdiği bir eşya: mesela bir elektrikli doğrama-karıştırma takımı. Komşusunun dininde her bir kabağın bir nokta üç santimetreküplük parçalar halinde doğranması gibi bir ibadet gereği icat edilmiş otomatik doğrayıcı-karıştırıcılar ordusunun, dininde kabak yemenin günah olduğu kişilerce satın alınıp mutfağın görünür bir köşesine yerleştirilmesi, bu yetmezmiş gibi konu komşuya oğula kıza sora sora, hatta kılavuzuna baka baka kullanılması bu türden bir teknolojidir. Kısaca, haset teknolojisidir.

Bir his olarak haset, komşunun kafasını kırıp elindekini alma deviniminin içselleşmiş kopyasıdır. Bir kelime olarak haset ise bu içselleşmiş kopyanın adıdır. Öte yandan bir praxis (davranışlı/uygulamalı yapma/etme halleri) olarak haset, tarihsel dönüşümler sonucu, birlikte anılmayı kendimize yakıştıramadığımız bir varoluş kipidir. Bu nedenle daha kolay yutulur bir varoluş kipi icat etmek gerekmiştir. En kolay yutulan alternatif varoluş kipi kolaylık kipidir. Bu kip, komşumuzun bizden önce edinmiş olduğu alet edevatın bizim için de gerekli olduğuna inanmanın zeminidir. Tek yapmamız gereken bunun işleri ne kadar kolaylaştırdığını, bunlarsız bir mutfağın tahayyül edilemeyeceğini kendimize ve etrafımızdakilere yüksek sesle ifade etmektir. Bu davranışlı/uygulamalı, yapmalı/etmeli fikri bir kez bağıra çağıra dillendirdik mi ortada haset maset kalmaz. Rasyonel bir talep kalır. O meşum praxis‘ten doğma meşhur rasyonalite. Kolaylığa kim itiraz eder ki! Ve o andan itibaren kişi artık söylediği sözün arkasında duracaktır. Hakikati bulmuştur. Kolaydır, gereklidir, falandır, filandır… Nokta.

Demek ki inanma ihtiyacının kaynağı – bu örnekte – insanın haset içre varolma halini inkâr sâikidir – hakikat arayan uhrevi bir arzu değil. Rasyonel bir gerekçe bulunur bulunmaz özgün kaynak unutulur. Rasyonel, yani akla uygun, akla uydurulabilir, gerekçelendirilebilir, temellendirilebilir, mukayese ve muhakeme işleri görülebilir, vesaire vesaire. Dolayısıyla haset – ve kullanma kılavuzu – bir sonraki teknolojik atılıma kadar rafa kaldırılırken doğrayıcı karıştırıcı takımı sanki dünya kurulduğundan beri varmış gibi, varlığın özünün mabediymiş gibi hayatımızdaki yerini alır. Gerçek olur. Haset kipinin bizden uzak olduğuna inanma ihtiyacı o kadar güçlü bir ihtiyaçtır ki insanı bir gerçeklik yaratmak zorunda bırakır. Yalandan (t)üretilmiş gerçeklik. Çünkü dile gelmiş söz, tüm ilişkilenme kiplerinin ve tüm praxislerin en gelişmişidir. En ilkel devinimleri en karmaşık idealar haline getirebilir.


Tüm devinimler söze dönüşmüş müdür? Hayır. Söze dönüşmesi zorluk arz eden çok sayıda devinim bulunabilir. Söze dönüşmeyen devinimlerimizi ve bu devinimler yoluyla ilişkilendiğimiz nesnelerle ilişkilerimizi genellikle sanatla anlıyor ve sanatla ifade ediyoruz. Bilim ise muhafazakarlıktan, elitizmden, ırkçılıktan, ve sınıf ayrımcılığından uzaklaşıp özgürleştikçe bu anlama ve ifade etme uğraşına katılıyor yavaş yavaş.

Tüm devinimler söze dönüşebilir mi? Bir umut var. Eğer tüm sanatları ve bilimleri işe koşup varoluş devinimlerini seslere çevirebilirsek bu çevirileri henüz işitilmemiş sözlere dönüştürmeyi umabiliriz. Üstelik varoluş devinimleri söze dönüştürüldüğünde, dönüşmemiş hallerinden daha zengin ifadeler elde edilebilir. Bu, sanatın sarmal paradoksudur. Suyu şaraba çevire çevire şarabı suya çevirmeyi öğrenme işidir. Burada dönüştürme işi o kadar büyüleyici olabilir ki sözle elde edilen yeni anlam, devinimin iletebileceğinden daha geniş, daha derin, daha engin bir varoluş alanı yaratabilir. Çünkü insan varlıkla (olmuş olanla) varolmaz, varoluşla (olmakta olanla) varolur.

İnsan sözleri kadar davranışlarının da arkasında durmaya meyilli midir? Hayır! Çünkü insanın devinimi söze – en azından simgeye – dönüşmeden anlam edinemez. İnsan kendi deviniminin söz-anlamını işitince aynı devinimi bambaşka bir şekilde algılayıp sanki daha en başından o devinimi şu değil de buymuş gibi algılayabilir. Davranış, söz aracılığıyla varoluşa katılan devinim kümelerinden oluştuğu için insan kendi davranışıyla her an başka türlü bir sahiplenme ilişkisi kurabilir. Bu nedenle insan, davranışının arkasında durduğunu söylerken aslında sözünün arkasında durmaktadır.

İnsanın devindiği gerçeklik, kendi sözleriyle kurduğu bir gerçekliktir. Tamamen kurgusaldır. Bu kurgusal gerçeklik kurgusal olmayan nesnel gerçeklikle örtüşüyorsa…  bunu bilmenin yegane yolu sözlerin sözlerle değil devinimlerle oluştuğu o ilk anlara geri dönme cesaretini göstermektir. Cesaret gerçek olunca… doğru, zorunlu olarak ardına yapışacaktır…

Hiç yorum yok: