Amour ile Altın Palmiye kazanmadan çok önce Altyazı için yapılan söyleşi:
Michael Haneke’yle Viyana’nın en eski kafelerinden biri olan Café Eilas’ta buluşuyorum. Tahmin ettiğim gibi Haneke, siyahlar giyinmiş hali ve güneş gözlükleriyle, bana Yüzüklerin Efendisi’ndeki büyücüleri hatırlatan etkileyici bakışlarıyla ve beyaz sakalıyla randevusuna tam vaktinde geliyor.
Aslında benimle niye buluştuğunu bilmiyor, sadece Türkiye’den gelen bir yönetmenin kendisiyle sohbet etmek istediğini sanıyor. Ben masamda lap-top’um ve tüm dijital cihazlarımla onu biraz ürkütsem de röportaj teklifini geri çevirmiyor. Son derece mütevazı, meraklı, sakin ama bir o kadar da bilge bir edayla yanıtlıyor sorularımı…
Saklı’da Georges Laurent, Majid evini terk ettiği zaman, henüz sadece altı yaşında. George’un bu kadar küçük olması, bu olayı ırkçılık ve önyargılar ile ilişkilendirmemizi güçleştiriyor. Suçluluk duygusunun bilincin ötesinde, kolektif bilinçaltında kök saldığını mı söylemek istiyordunuz?
Böyle yorumlamak mümkün. Fakat ben genellikle yoruma açık konuları netleştirmeyi sevmem. Sorulara cevap vermek yerine, başka sorular sormayı severim. İzleyicinin kendi cevaplarını kendisinin vermesini isterim. Eğer ben yorumlarsam, izleyicinin önünü tıkamış olurum. Aslına bakarsanız, ben de neyi tam olarak neden yaptığımı bildiğimi iddia edemem. Eğer bir sanatçı, tüm soruların cevaplarını bildiğini iddia ediyorsa, yalan söylüyor demektir. Tüm cevapları bildiğini iddia edenler sadece politikacılardır. Onların tümü de zaten yalancıdır. (gülüyor…) Ben izleyiciye, ‘Siz ne düşünüyorsunuz?’ diye soruyorum. ‘Altı yaşında suçlu olabilir miyiz?’ diye soruyorum. Fakat üzerinde konuştuğumuz suçluluk duygusu, altı yaşında bir çocuğun olmaktan ziyade; artık yetişkin olmuş ve daha farklı şekilde davranabilecek bir bireyin geçmişe dair suçluluk duygusu. Bir zamanlar gerçekleştirdiği eylemin sonucuna, şimdi farklı şekilde tepki gösterme şansı olan bir birey… Bugün, Georges, Majid’le kavga etmek yerine, örneğin ona yardım edebilir. Suçluluk duygusuna dair sorunuz, aslında Georges’un bugün ne hissettiğine dair bir soru; çocukken ne hissettiğine dair değil…
Siz kapsamlı şekilde psikoloji ve felsefe okudunuz…
Ne kadar kapsamlı şekilde okudum bilmiyorum! Psikolojiden de felsefeden de tek öğrendiğim şey şu: Okumaya başlamadan önce sorularımıza cevap bulacağımızı sanırız ama neticede cevaplar değil, sadece sorular kalır elimizde. Yaptığım okumalardan öğrendiğim tek şey bu! Soru sormaya devam edeceksiniz; ama bu, sorularınıza cevap alacağınız anlamına gelmez.
İstanbul’daki arkadaşlarımın bilmek istediği bir şey var.
Kasedi kimin gönderdiği mi? Bu sırrı vermeyeceğim.
Yok, bu değildi soru. David Lynch’in Kayıp Otoban’ı (Lost Highway, 1997) ile filminiz arasında benzerlikler var. Mahremiyet, dikizcilik, kimlik gibi temalar iki filmde de derinlemesine işlenmiş. İki filmi birbirinden ayıran ve birleştiren noktalar nedir sizce?
Ben olmamalıyım bu soruyu cevaplayacak olan. Bu benim değil, film eleştirmenlerinin işi. (Kahkaha atıyor…) David Lynch’i seviyorum, ama o benden çok farklı bir sinema anlayışına sahip.
Saklı’nın sonu, filmleriniz arasındaki en umutlu sona sahip.
Bunu da çok farklı şekillerde yorumlamak mümkün. Birbiriyle çelişkili birçok yorum aldım bu konuda. İki çocuğun aralarında uzlaşmaya varacaklarını söyleyenler oldu, yani olmulu bakanlar… Majid’in çocuğu kaçırmaya çalışacağını söyleyenler oldu. Çok farklı yorumlar olması çok hoşuma gitti, çünkü bence film bir uçuş pisti gibi olmalıdır ve izleyiciler o pistten nereye istiyorlarsa oraya uçmalıdır.
Genellikle insanlar sinemanızın bir ‘anti-tür’ sineması olduğunu söylüyorlar. ÖzellikleÖlümcül Oyunlar’da (Funny Games, 1997) sürekli izleyicinin beklentileriyle oynuyorsunuz. Bugün türler arasındaki sınırlar kalkıyor gibi. Siz türlerin hâlâ kendilerini koruyabildiklerine inanıyor musunuz?
Türler vardır ve herkes kendi türünde çalışır. Ben biraz korku/gerilim sineması türünü kullanıyorum filmlerimde. Örneğin Ölümcül Oyunlar bir gerilim parodisi gibiydi. Ahlaki bir hikâyeyi anlatmak için bu türü kullandım. Ama bu ‘tür’ meselesi aslında benim hiç umurumda değil; asıl derdim, o türün istediğim hikâyeyi en iyi şekilde anlatmama yardımcı olup olmadığı. Eğer western türünde bir öykü anlatmam gerekiyorsa, western’i de kullanabilirim pekâlâ. Çok farklı diller var sinemada ve her birinin getirdiği belli olanaklar var. Öyleyse niye yararlanmayalım bu olanaklardan?
Filmde, kaydedilmiş görüntülerle kurgulu filmin kendisi arasındaki ayrımı fark etmek çok zor. Gerçekliğin farklı versiyonları var ve bu, filmlerinizde bir hikâye anlatma tekniği haline geldi. İzleyicinin gördüğü şeyin gerçek olup olmadığını sürekli sorgulamasını mı istiyorsunuz?
Medyanın ‘hakikat’ söylemine karşı rahatsızlığımdan kaynaklanıyor bu. Medya bugün çok tehlikeli bir şey yapıyor; bize manipüle edilmiş imajlar sunuyor ve bunun gerçeklik olduğunu söylüyor. Eğer sinemayı ciddiye alıyorsanız; kuşkuyu beslemeniz ve sunulan imgenin gerçek olduğuna olan inancı sorgulamanız gerekir. Bu tavrımın nedeni, medyadan duyduğum hayal kırıklığı. Bu konuyu sürekli gündeme getirmem, medyanın bugün her yere sızması ve her şeyi bildiğini iddia etmesi karşısında duyduğum öfkeden kaynaklanıyor. İnsan hiçbir zaman, bugün olduğu kadar kendi deneyimi dışındaki bilgiye bu kadar rahatlıkla ulaşamamıştı. Medyanın yaşamımıza bu denli sızmasından önce, insanların inançları ve bilgileri kendi deneyimleri dahilindeydi. Bugün çok farklı gerçeklik yansımalarının sürekli evimizin içinde olmasından dolayı, insan herkesi ve her şeyi tanıdığı hissine kapılıyor. Bu büyük bir çılgınlık ve kocaman bir yanılsama! Eğer sinema işini ciddiye alarak yapıyorsak, bu konudan bahsetmek boynumuzun borcu diye düşünüyorum.
Filmlerinizde gelişmiş kapitalist toplumların, özellikle de Avrupalı’nın içinde bulunduğu kimlik krizine göndermeler var.
Ben politik filmler yapmıyorum. Çok kişisel filmler yapıyorum. Böyle bir toplumda yaşayan biri olarak politikaya dair görüşlerim olabilir elbette ama ben işimde karakterlere bakıyorum. Bu kişiler belli toplumları temsil eden tipler değil, kendinden menkul karakterler. Örneğin Saklı, tabii ki aynı zamanda politik bir meseleden bahsediyor; yani Fransa ve Cezayir arasındaki ilişkiden… Fakat her ülkede kolektif belleğe gömülmüş sorunlarla karşılaşabilirsiniz. Örneğin aynı filmi burada, Avusturya’da da yapabilir ve Nazizme göndermede bulunabilirsiniz. Bu filmdeki gibi kişisel suçluluk duygusu ile toplumsal suçluluk duygusunun çakıştığı durumları her ülkeye uygulayabilirsiniz.
Stefan Zweig’ın ‘Dünün Dünyası’ isimli kitabında 19. yüzyıl sonundaki özgürlük ortamını idealize ettiği Viyana’da yaşıyorsunuz. Aynı zamanda, iki dünya savaşını da ağır biçimde geçiren ve Avrupa’nın gidişatından duyduğu hayal kırıklığıyla yaşamını sona erdiren Zweig’ın ülkesi burası…
Bugünse Amerika’nın kültürel eyaleti haline geldik. Amerikan filmlerinin izleyici sayılarına bakın; bütün dünyada (belki biraz Fransa hariç) insanların yüzde 90’ı Amerikan filmlerine gidiyorlar. Geri kalan ise çok küçük bir oran. Bu bir gerçek. İlüzyona kapılmamak lâzım.
Viyana dünyanın en yaşanılır şehirlerinden biri olarak kabul ediliyor. Pırıl pırıl ve geniş caddeler, sağlıklı ve ekonomik düzeyi yüksek insanlar… Geldiğimden beri tek bir evsiz görmedim sokaklarda.
Evet, Paris ve Londra’yla karşılaştırdığınızda Viyana gerçek bir başkent gibi değil, daha ziyade bir köy gibi. Metropollerde insanların sefaleti daha gözler önündedir. Viyana ise taşra havasında son derece sempatik bir yer; tabii ekonomik durumunuz bunu kaldırabilecek
düzeydeyse.
Benim ilgimi çeken şey, Viyana gibi bir yerden sizin gibi son derece karanlık temalarla uğraşan bir yönetmenin çıkması…
Viyana aynı zamanda dünyanın en yüksek intihar oranlarından birine sahip. Sanıyorum Finlandiya ve Macaristan’dan sonra en yüksek intihar oranına sahibiz. Biz biraz yaşlanmış bir toplumuz; yaşlanmış ve yorulmuşuz. Biraz bunalmışız yaşamaktan anlayacağınız…
Filmlerinizde kadınların gelişmiş animusları olduğunu söyleyebilir miyiz? Sanki erkeksi bir tarafları var gibi…
Eğer Piyanist’teki Isabelle Huppert’den bahsediyorsanız, ben ondan tamamen sorumlu değilim. O bir roman uyarlaması. Son derece entelektüel ve agresif birisi ama agresyonun bir erkek özelliği olduğunu söyleyemem. Bu bir karakter meselesi. Filmlerimdeki kadınlar genellikle sempatikler, öyle değil mi?
Erkeksi bir tarafının olması, sempatik olmadığı anlamına gelmiyor ki…
Erkeksi kadınlar beni hiç ilgilendirmiyor. Erkeği zaten kendimden tanıyorum. (gülüyor…) Kadınların kendileri daha ilginç benim için. O yüzden tüm aktrisler benimle çalışmak istiyor, çünkü hep çok iyi rolleri var. Oysa filmlerimdeki erkek rolleri her zaman o kadar iyi olmuyor.
Türkiye sinemasından hiç film izlediniz mi?
Benim aslında sinemaya gitmeye hiç vaktim olmuyor. Olunca da oyuncuların performanslarına bakmak, kendi filmlerim için oyuncu seçmek üzere gidiyorum. Ama Fatih Akın’ın Duvara Karşı’sını izledim ve beğendim. Özellikle de erkek oyuncunun performansını… Kadın oyuncu geçmişinden dolayı medyada çok konuşuldu ama aslında erkek oyuncunun performansı konuşulmalıydı.
Sizi etkileyen filozoflar, yazarlar, sinemacılar kimler? Sinemanız oluşurken kimlerden etkilendiniz en çok?
Daha genç olduğum yıllarda Bresson’dan çok etkilendim. 50’lerin filmlerini çok izlerdim. Onun dışında Godard, Rossellini ve Antonioni’den hep etkilendim. Aslında İtalyan sinemasının tümünden etkilendiğimi söyleyebilirim. Özellikle Antonioni’nin Kızıl Çöl (Il Deserto rosso, 1964) filmi benim için önemli. Okuduğum tek filozof ise Pascal. 17. yüzyılda yaşamış. Dönüp dönüp ona bakarım mesela.
Günümüzde bir yandan teknolojik gelişimle beraber iletişim kolaylaşıyor gibi görünse de, bir yandan da doğrudanlığını yitiriyor. Örneğin ben sürekli lap-top’uyla dolaşan bir insan haline geldim. Yanımda dijital kameram, mp3 çalarlı cep telefonum, fotoğraf makinem olmadan sokağa çıkmıyorum. Hatta bazı arkadaşlarım bu teknoloji bağımlılığımdan şikâyet etmeye başladılar. Siz de günümüz insanının iletişimde doğrudanlığı yitirmesini dert edinmiyor musunuz biraz?
Tüm filmlerim, insanlar arası iletişimin güçlüklerini dert edinmiştir. İletişim bence görüldüğünden de zor, hâlâ çok zor. Herkes kendi dünyasını, kendi dilini yaratır ve insanların kelimelere yükledikleri anlamlar farklıdır. Örneğin ben mavi dediğimde, siz benim mavimden başka bir şey anlıyorsunuz belki de. Aynı şey hakkında konuştuğumuzu sanıp, aslında çok başka yerlerde olduğumuz durumlarda iletişim zorlaşır. Hatta ne kadar entelektüelseniz, jargonunuzun karmaşıklaşmasından dolayı, iletişiminiz de o kadar güçleşebilir. O yüzden ben kelimeleri tehlikeli bulurum ve onlara güvenmem. Kelimeler dolaylı yollara sokar sizi, kaybolabilirsiniz aralarında… İki insan arasındaki en doğrudan iletişim yolu bence seks ve müziktir.
Gerçekten mi?
Gerçekten… Çünkü seks daha doğrudan bir dili konuşur. Ten yalan söylemez…
(Röportajdan sonra, doktor randevusu olduğunu söyleyen Haneke, özür dileyerek ayrılırken, hesabımızı ödemeye kalkıyor; ardından da Viyana’ya kahvenin nasıl Türklerden geldiğine dair küçük bir espri yapıyor. Hesap konusunda amansız bir tartışmadan ben zaferle çıkıyorum…)
Söyleşiyi gerçekleştiren: Eylem Kaftan – Altyazı (2006)
edebiyathaber.net (5 Haziran 2012)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder