Çamurlu sokakların çocukları çeşit çeşittir.
Daha tek haneli rakamlarla ifade edilen yaşlarında gecekonduya eklenen tek göz
odaların harcını taşımayı öğrenirler çelimsiz sırtlarında. Çoğu, çocuk
ellerinde gitgide ağırlaşan bu yükü sabır ve itaatle taşımak için zeka ve
yaratıcılığa değil, suskun bir çalışkanlığa gerek olduğunu kavrar,
ana-babalarının yolundan yürür hayata.
İyi kötü bir ilk, bir orta, çıraklık ve
ekmek parası; hayat onlar için basittir. Zekaya ve yaratıcılığa karşı derin bir
öfkeyi yürütürler içlerinde. Ta ki, kendi kaderlerinin hükmünü yırtıp atacak,
onları kendi hayatlarının efendisi kılacak o parlak ve görkemli zeka ve
yaratıcılık gelip kapıyı çalana değin. Başka bir hikaye onları anlatacaktır;
biz hikayesine niyetlendiğimiz diğerlerine geçelim:
Pek azı bu suskun çalışkanlığın yerine zeka
ve yaratıcılığı seçer, ana-babaları nezninde “hayırsız evlat” olma pahasına.
Hastane çöplükleri karıştırmalar, okulu kırmalar, japon kale futbol, cigara ve
küfre erken terfi; yaptıkları herşey hayatın durağan ve sıkıcı ritminin dışında
başka bir ritm, daha renkli bir hayat arayışının ürünü gibidir. Yaş
ilerledikçe, deli gibi sevilen analardan tırtıklanan ufak harçlıklar şaraba
yatırılır molozlu hurdalı arsalarda; düşlerini bir yolunu bulup “parayı
indirmek” süsler, anacıklarına bir apartman dairesi alabilmek için öncelikle
yukarı mahallede. “Parayı bulunca” mahalleyi terketmeyi düşünmezler bile,
mahalleyi kendilerinde taşıdıklarından. Son model BMW’ler sürülecektir mahallenin
tozlu yollarına, arabanın peşinden koşturan çocuklara şeker dağıtılıcaktır,
omza atılan siyah kaşe palto tek el çapraz
tutularak mahalle esnafı selamlanacak, kahvede herkese çay ısmarlanacak,
gariban tafsilatıyla dinlenecektir. Hırsıza, uğursuza, kulamparacıya, ırzı
bozuğa korku salınacak, kulak kanırtılacaktır. Yarım akıllı, bol pazulu mahalle
delikanlısına sahip çıkılacak, en kralından laciler giydirilip maiyete
katılacaktır. Mahallenin futbol takımına en kralından “adidas” malzeme hibe
edilecektir.
Sabahın kör karanlığında uyanıp işe, camiye
giden babanın tıkırtıları karşısında yorgan iyice kafaya çekilerek saklanmaktır
oysa kaderleri çoğunlukla. 30’una geldi bir baltaya sap olamadı durumlarıdır
aslen yaşadıkları. İş aramaya diye çıkıp küfeyle dönmek, bir paket birinci
cigarasını veresiye içmek, kahveye yazdırmak, kendi gibilerle bir sohbet bir
muhabbet. Bu harcı yalanla kuruludur: kimse söylenenlerin yalan olduğunu
bilmediği için değil; yalanlar hep düşlere dair olduğu için ve bu koca çocuklar
hayatta en çok düşlere değer verdiği için. Bu koca çocuklar hep şahsi
“kurtuluş” düşü kurar gibidirler, amma ve lakin “kendileri için bir şey
istiyorlarsa namerttirler”. Aslen istedikleri katlanamadıkları bu hayata karşı
başka bir hayattır. Genetik olarak, özleri itibariyle “devrimcidirler”. Harama
uzanmazlar, garibana (kendilerinden garibanı varmış gibi) dokanmazlar,
ellerine, bellerine hakimdirler.
Devrimin öz çocuklarıdır onlar. Devrim
çamurlu sokakların bulanık yüzleri arasında sinsice, bir hayalet gibi dolaşmaya
başladığında ilk onları kucaklayacak ve onlarca kucaklanacaktır. Eğitimli,
akıllı, narin elleriyle mahalleyi örgütlemeye yeltenen acemi, kırılgan küçük
burjuva devrimcisi karşısında, başları her türlü haset ve öfkeden azade ilk
onların eğilecektir. Boyaya çıkmak için Nalbur Nedim’in zulasını ilk onlar
patlatacaktır. Kilolarca çay onların ellerinden demlenerek sunulacaktır kentin
okumuş mahallelerinden gelen “bacılara”. Devrim ilk kez onları kucaklayacaktır
ve onlarca kucaklanacaktır.
Çaresiz olduklarından değil, saygı, itibar
görecekleri ihtimalinden değil; sadece bu katlanılmaz hayatın kendisi kadar,
kendi şahsi “BMW’li”, “lacili” düşlerinin de katlanılmaz ve boktan olduğunun
ayırdına varacak kadar akıllı oldukları ve devrimin görülecek en güzel düş
olduğunu hemen kavrayacak kadar yaratıcı oldukları için. Okuldan, babadan,
ustadan, kitaptan değil, şaraptan, türküden, aşktan öğrenmek gibi bir muazzam
yetenekleri olduğu için.
Bu koca oğlanlardan Ahmet Kaya hayatımıza
1980’li yılların ilk yarısında girdi; devrimin çamurlu sokaklardan koparıldığı,
korkunun ve itaatin iğrenç yıllarında, korkuya ve itaate karşı bir bayrak gibi
dalıverdi gündelik hayatımıza, birbiri ardına yasaklanan konserleri, bir türlü
bastıramadığı kelimeleri ve olanca memleket sevgisi ile... Beyaz balıkçı
kazağı, kirli bozuk sakallarıyla bilmem hangi otoban köprüsü altından çıkıp
gelmiş gibi. Devrim çoktan içeri tıkılmış, işkencehanelerde çarmıha gerilmişti;
acının ve öfkenin sesi bastırılmış, kıstırılmıştı ki, onun öfkesiyle kendisi
olmasa da efsanesi alıp yürüdü.
“Bağlama”nın devrimle alakası bu ülkede
tarihin hiçbir döneminde koparılamadı. Ahmet Kaya’nın bağlaması da bu alakayla
alakalı dıngırdadı çaldıkça. Boğazlarda düğümlenen acıyı, şarabın ne fena
kırmızı olduğunu, devrimcinin sevgisinin “sapına kadar” olduğunu bir kez daha
söyledi. Belki de şarabın yasaklandığı yıllarda, kitabi olmayanın meramı da yok
sanıldığı yıllarda, belki de ince kemikli elli devrimcinin dediğinin olduğu
yıllarda söyleyemediklerini bütün şehvetiyle söylemek için ihtiyacı vardı 12
Eylül karanlığına....
Çok yalancıydı, hiç yalan söylemedi hayatta;
dönerci dükkanlarını ağzının suyu akarak seyrettiği yılları gocunmadan
deyiverdi bir gün; bir başka gün raconunu ödp’den yana kesti; arabeskse
yaptığım sol arabesk dediği de oldu, halk müziği yapıyorum dediği de....
Yukarı mahallede apartman dairesi de aldı
anasına ve lakin şahsi olarak “kurtulamadı”; hep içinde taşıdığı mahallesinin
kurtuluşu düşünü kurdu. Vapurunda konuşurken hep haksızlıktan dem vurdu. Bizlere
memlekette ne kadar çok ‘koca oğlanlar’ olduğunu göstermeye çalışır gibiydi.
Bir parçası olmak için canını vermeye hazır olduğu mücadelenin kimi “esas
oğlanlarınca” hiç anlaşılamadı; hep dinlendi şarkıları oysa.... Koca oğlanlar
bu yazgıya aşılıydılar zaten: onların ‘parayı indirmeli’ BMW’li düşleri az hor
görülmemişti.
‘Esas oğlanlar’ artık çamurlu yolları
tepmiyorlardı; soğuk barakalarda çaylar demlenmiyordu artık. Büyük kentin
merkez caddeleri, sendika, dernek, platform, parti büroları döneminde devrim
gitgide ‘delikanlı’ yanını yitirdi. Umudunu yitirenler, onun şarkılarını
kilimli, ibrikli barlarda meze yaptılar; onun şarkıları olanca utancıyla
devrimin yenilgisini anlatıyordu olanca öfkesiyle....
Albümlerin satış rakamları devrimi düşleyen
koca oğlanlar hakkında bir fikir vermeliydi, vermedi. En ‘delikanlı’nın
‘devrimci ‘delikanlı’ olduğu bilinmeliydi, bilinmedi. Gözleri küçülmüş, çipil
analara apartman dairesi alma düşünün devrimle alakası sezilmeliydi, sezilmedi.
Ayakkabı boyacıları, overlokçu kızlar,
askıcılar, son ütücüler itaatin ve çalışkanlığın emrine girmek zorunda
kalmışlar, büyük kentlerin kör atölyelerinde it parasına çalıştırılanlar,
kerhanelerde etini satmaya mahkum edilenler ise onun şarkılarında belli
belirsiz seziverdiler o güzel düşü; bu ‘parayı indirip’ anasına apartman
dairesi almayı düşleyen adamın herkese dair olduğunu ve öfkesinin hepimize ait
olduğunu... Ama devir karlı kayın ormanlarından gelip plazalarda boy gösterme
devriydi. Bu kadar yoğun bir şiddete maruz kalmış bir halkın gözünün içine baka
baka ‘şiddete hiçbir zaman inanmadım’ deme devriydi.
Ahmet Kaya devrimci delikanlıydı. Nefret
ettiği her şey nefret edilesi, sevdiği her şey sevilesi bir şeydi. Yanlışı bol,
yolu doğruydu. Aşkı acı anlattı, nasıl başka türlü bir şey olabilirdi ki bu
ülkede aşk? Şarkılarının bir yanı hep yıkıktı, nasıl dört başı mamur olabilirdi
ki?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder