Salı, Kasım 17

süreyya tamer kozaklı/Devrimin “Koca Oğlanı”: Ahmet Kaya

Çamurlu sokakların çocukları çeşit çeşittir. Daha tek haneli rakamlarla ifade edilen yaşlarında gecekonduya eklenen tek göz odaların harcını taşımayı öğrenirler çelimsiz sırtlarında. Çoğu, çocuk ellerinde gitgide ağırlaşan bu yükü sabır ve itaatle taşımak için zeka ve yaratıcılığa değil, suskun bir çalışkanlığa gerek olduğunu kavrar, ana-babalarının yolundan yürür hayata.
İyi kötü bir ilk, bir orta, çıraklık ve ekmek parası; hayat onlar için basittir. Zekaya ve yaratıcılığa karşı derin bir öfkeyi yürütürler içlerinde. Ta ki, kendi kaderlerinin hükmünü yırtıp atacak, onları kendi hayatlarının efendisi kılacak o parlak ve görkemli zeka ve yaratıcılık gelip kapıyı çalana değin. Başka bir hikaye onları anlatacaktır; biz hikayesine niyetlendiğimiz diğerlerine geçelim:

Pek azı bu suskun çalışkanlığın yerine zeka ve yaratıcılığı seçer, ana-babaları nezninde “hayırsız evlat” olma pahasına. Hastane çöplükleri karıştırmalar, okulu kırmalar, japon kale futbol, cigara ve küfre erken terfi; yaptıkları herşey hayatın durağan ve sıkıcı ritminin dışında başka bir ritm, daha renkli bir hayat arayışının ürünü gibidir. Yaş ilerledikçe, deli gibi sevilen analardan tırtıklanan ufak harçlıklar şaraba yatırılır molozlu hurdalı arsalarda; düşlerini bir yolunu bulup “parayı indirmek” süsler, anacıklarına bir apartman dairesi alabilmek için öncelikle yukarı mahallede. “Parayı bulunca” mahalleyi terketmeyi düşünmezler bile, mahalleyi kendilerinde taşıdıklarından. Son model BMW’ler sürülecektir mahallenin tozlu yollarına, arabanın peşinden koşturan çocuklara şeker dağıtılıcaktır, omza atılan siyah kaşe palto tek el çapraz  tutularak mahalle esnafı selamlanacak, kahvede herkese çay ısmarlanacak, gariban tafsilatıyla dinlenecektir. Hırsıza, uğursuza, kulamparacıya, ırzı bozuğa korku salınacak, kulak kanırtılacaktır. Yarım akıllı, bol pazulu mahalle delikanlısına sahip çıkılacak, en kralından laciler giydirilip maiyete katılacaktır. Mahallenin futbol takımına en kralından “adidas” malzeme hibe edilecektir.

Sabahın kör karanlığında uyanıp işe, camiye giden babanın tıkırtıları karşısında yorgan iyice kafaya çekilerek saklanmaktır oysa kaderleri çoğunlukla. 30’una geldi bir baltaya sap olamadı durumlarıdır aslen yaşadıkları. İş aramaya diye çıkıp küfeyle dönmek, bir paket birinci cigarasını veresiye içmek, kahveye yazdırmak, kendi gibilerle bir sohbet bir muhabbet. Bu harcı yalanla kuruludur: kimse söylenenlerin yalan olduğunu bilmediği için değil; yalanlar hep düşlere dair olduğu için ve bu koca çocuklar hayatta en çok düşlere değer verdiği için. Bu koca çocuklar hep şahsi “kurtuluş” düşü kurar gibidirler, amma ve lakin “kendileri için bir şey istiyorlarsa namerttirler”. Aslen istedikleri katlanamadıkları bu hayata karşı başka bir hayattır. Genetik olarak, özleri itibariyle “devrimcidirler”. Harama uzanmazlar, garibana (kendilerinden garibanı varmış gibi) dokanmazlar, ellerine, bellerine hakimdirler.

Devrimin öz çocuklarıdır onlar. Devrim çamurlu sokakların bulanık yüzleri arasında sinsice, bir hayalet gibi dolaşmaya başladığında ilk onları kucaklayacak ve onlarca kucaklanacaktır. Eğitimli, akıllı, narin elleriyle mahalleyi örgütlemeye yeltenen acemi, kırılgan küçük burjuva devrimcisi karşısında, başları her türlü haset ve öfkeden azade ilk onların eğilecektir. Boyaya çıkmak için Nalbur Nedim’in zulasını ilk onlar patlatacaktır. Kilolarca çay onların ellerinden demlenerek sunulacaktır kentin okumuş mahallelerinden gelen “bacılara”. Devrim ilk kez onları kucaklayacaktır ve onlarca kucaklanacaktır.

Çaresiz olduklarından değil, saygı, itibar görecekleri ihtimalinden değil; sadece bu katlanılmaz hayatın kendisi kadar, kendi şahsi “BMW’li”, “lacili” düşlerinin de katlanılmaz ve boktan olduğunun ayırdına varacak kadar akıllı oldukları ve devrimin görülecek en güzel düş olduğunu hemen kavrayacak kadar yaratıcı oldukları için. Okuldan, babadan, ustadan, kitaptan değil, şaraptan, türküden, aşktan öğrenmek gibi bir muazzam yetenekleri olduğu için.

Bu koca oğlanlardan Ahmet Kaya hayatımıza 1980’li yılların ilk yarısında girdi; devrimin çamurlu sokaklardan koparıldığı, korkunun ve itaatin iğrenç yıllarında, korkuya ve itaate karşı bir bayrak gibi dalıverdi gündelik hayatımıza, birbiri ardına yasaklanan konserleri, bir türlü bastıramadığı kelimeleri ve olanca memleket sevgisi ile... Beyaz balıkçı kazağı, kirli bozuk sakallarıyla bilmem hangi otoban köprüsü altından çıkıp gelmiş gibi. Devrim çoktan içeri tıkılmış, işkencehanelerde çarmıha gerilmişti; acının ve öfkenin sesi bastırılmış, kıstırılmıştı ki, onun öfkesiyle kendisi olmasa da efsanesi alıp yürüdü.

“Bağlama”nın devrimle alakası bu ülkede tarihin hiçbir döneminde koparılamadı. Ahmet Kaya’nın bağlaması da bu alakayla alakalı dıngırdadı çaldıkça. Boğazlarda düğümlenen acıyı, şarabın ne fena kırmızı olduğunu, devrimcinin sevgisinin “sapına kadar” olduğunu bir kez daha söyledi. Belki de şarabın yasaklandığı yıllarda, kitabi olmayanın meramı da yok sanıldığı yıllarda, belki de ince kemikli elli devrimcinin dediğinin olduğu yıllarda söyleyemediklerini bütün şehvetiyle söylemek için ihtiyacı vardı 12 Eylül karanlığına....

Çok yalancıydı, hiç yalan söylemedi hayatta; dönerci dükkanlarını ağzının suyu akarak seyrettiği yılları gocunmadan deyiverdi bir gün; bir başka gün raconunu ödp’den yana kesti; arabeskse yaptığım sol arabesk dediği de oldu, halk müziği yapıyorum dediği de....

Yukarı mahallede apartman dairesi de aldı anasına ve lakin şahsi olarak “kurtulamadı”; hep içinde taşıdığı mahallesinin kurtuluşu düşünü kurdu. Vapurunda konuşurken hep haksızlıktan dem vurdu. Bizlere memlekette ne kadar çok ‘koca oğlanlar’ olduğunu göstermeye çalışır gibiydi. Bir parçası olmak için canını vermeye hazır olduğu mücadelenin kimi “esas oğlanlarınca” hiç anlaşılamadı; hep dinlendi şarkıları oysa.... Koca oğlanlar bu yazgıya aşılıydılar zaten: onların ‘parayı indirmeli’ BMW’li düşleri az hor görülmemişti.  

‘Esas oğlanlar’ artık çamurlu yolları tepmiyorlardı; soğuk barakalarda çaylar demlenmiyordu artık. Büyük kentin merkez caddeleri, sendika, dernek, platform, parti büroları döneminde devrim gitgide ‘delikanlı’ yanını yitirdi. Umudunu yitirenler, onun şarkılarını kilimli, ibrikli barlarda meze yaptılar; onun şarkıları olanca utancıyla devrimin yenilgisini anlatıyordu olanca öfkesiyle....

Albümlerin satış rakamları devrimi düşleyen koca oğlanlar hakkında bir fikir vermeliydi, vermedi. En ‘delikanlı’nın ‘devrimci ‘delikanlı’ olduğu bilinmeliydi, bilinmedi. Gözleri küçülmüş, çipil analara apartman dairesi alma düşünün devrimle alakası sezilmeliydi, sezilmedi.

Ayakkabı boyacıları, overlokçu kızlar, askıcılar, son ütücüler itaatin ve çalışkanlığın emrine girmek zorunda kalmışlar, büyük kentlerin kör atölyelerinde it parasına çalıştırılanlar, kerhanelerde etini satmaya mahkum edilenler ise onun şarkılarında belli belirsiz seziverdiler o güzel düşü; bu ‘parayı indirip’ anasına apartman dairesi almayı düşleyen adamın herkese dair olduğunu ve öfkesinin hepimize ait olduğunu... Ama devir karlı kayın ormanlarından gelip plazalarda boy gösterme devriydi. Bu kadar yoğun bir şiddete maruz kalmış bir halkın gözünün içine baka baka ‘şiddete hiçbir zaman inanmadım’ deme devriydi.

Ahmet Kaya devrimci delikanlıydı. Nefret ettiği her şey nefret edilesi, sevdiği her şey sevilesi bir şeydi. Yanlışı bol, yolu doğruydu. Aşkı acı anlattı, nasıl başka türlü bir şey olabilirdi ki bu ülkede aşk? Şarkılarının bir yanı hep yıkıktı, nasıl dört başı mamur olabilirdi ki?

Güzel günlerimizin acı şarkıların yazdı; toplantılarda ‘ben artık konuşmak istemiyorum, sokağa çıkmak istiyorum’ diyenlerimiz içindi şarkıları. Erken öldü. O büyük ve parlak zekaya, devrim düşüne kimi canını verdi, kimi yıllarını O’nun da ‘gençliği’ vardı, onu verdi.


Hiç yorum yok: