Cuma, Şubat 9

Değişmezsek Tükeneceğiz - Metin Solmaz


Türkiye’nin en büyük şansı da şanssızlığı da bu tırnak içinde güvenli hali. Daha doğrusu “aman bir tatsızlık çıkmasın da gece rahat uyuyalım” hali. Sessizliği sağlamayı uzlaşma sanan çirkin hali. Düşünsenize, insanlar arasındaki her türlü sorun karşısında anneler, babalar, arkadaşlar, patronlar, işçiler, sendikacılar, karakol polisleri, mahkemeler hepsinin işi gücü “öpüşün barışın” demektir.
Bir arkadaşım anlattı, Fransız bir arkadaşı ailesiyle Türkiye’ye yerleşecekmiş, ev bakıyorlarmış. Güvenlik sebebiyle. Arkadaşım şaşkınlık içerisinde sormuş: “Deli misiniz? İnsanlar buradan oraya gidiyor. Aynı sebeple.”
İkna edememiş.

Fransız arkadaş demiş ki, “15 Temmuz’da olanı biteni gördüm. O olanın bitenin yarısı Paris’te olsaydı ülke birbirine girmişti. Sizde ertesi gün hayat normale döndü. Daha güvenli bir ülke olabilir mi? Ne olursa olsun galeyana gelmiyor.” Haksız mı?
Türkiye’nin en kara günlerinden birinin sonrasına bakalım. 12 Eylül 1980 sonrasında ülkenin minik bir pürsentajını oluşturan devrimcilerin hayatı geri alınamaz bir şekilde değişti elbette. Ama bunlar dışında korkmak dışında ne yapıldı? Cinayetleri, işkenceleri bir kenara bıraksak bile uzun yıllar konser olmadı, film çekilmedi, roman yazılmadı, albüm yapılmadı; yine de herkes büyük bir uysallıkla yaşadı gitti. Darbeye tepkisi de oturduğu yere neredeyse üfleyerek oturan, apartman yönetimi için bile güven vermeyen Sunalp’e oy vermeyip retorik uzmanı Özal’ı parlatmak olabildi. Bu kadarını darbesiz de yapabilirlerdi. Kenan Evren uzunca yaşadı, masum bir öğretmen emeklisiymiş gibi Marmaris’e yerleşti, resme başladı, adı okullara yollara verildi, ibretlik anılarını marifetmiş gibi yazdı, eceliyle öldü.
***
Hal böyle. İnsanlar memnun mu? Hayır. Mızıldanma var. Ben dikkat ettim, yaz boyu “eee yeter artık” hatta “ya basta” mesajlarının çoğu Güney sahillerinden geldi. Önce uzatılmış ayakları da içine alan sahil ve deniz karesi, ardından “of yeter artık”. Belki bir de kareye girmiş Kürk Mantolu Madonna. Yanlış anlamayın. Herkes kumsalına gitsin. Hatta bizim memleketteki en bilinmeyen şeylerin başında iyi vakit geçirmek var. Sabahattin Ali’ye de bayılırım. Lakin tatildeki birisinin “bıçak kemiğe dayanmış” gibi davranması ilginç.
Türkiye’nin en büyük şansı da şanssızlığı da bu tırnak içinde güvenli hali. Daha doğrusu “aman bir tatsızlık çıkmasın da gece rahat uyuyalım” hali. Sessizliği sağlamayı uzlaşma sanan çirkin hali. Düşünsenize, insanlar arasındaki her türlü sorun karşısında anneler, babalar, arkadaşlar, patronlar, işçiler, sendikacılar, karakol polisleri, mahkemeler hepsinin işi gücü “öpüşün barışın” demektir.
Yahu adam karısını dövmüş, öbürü bilmemne kabahatine kurban gitmiş, beriki haksızlığa uğramış. Niye barışalım? Niye uzlaşalım? Hukuk uzlaştırmak için mi vardır? Hukuk çatışma çözmek için vardır. Adaleti sağlamak için vardır. Uzlaşma adına ezenin ezdiğiyle, bozanın bozduğuyla kaldığı yerde kim yaşamak ister? Hatta pek çok insan ezenin bozanın tarafına geçmek ister.
***
Rus ulusalcısı bir arkadaşım var, çok severim. Evet, Türkiye’de de ulusolcu, milliyetçi, vatansever, yurtsever, değişik isimlerle milliyetçi arkadaşlarım var. Milliyetçilk bence de hoş görülmemeli. Ama milliyetçileri hoş görmek durumundayız. Öbür türlüsü için site hayatı lazım. Hani yapıyorlar ya, “kendileri gibi” insanlar bir araya gelip birbirleriyle komşu oluyorlar, dışarı dikenli tel çekip timsah gezdiriyorlar çevrelerinde. Siteye yerleşecek olanı irtibatlar zinciri içinde buluyorlar. Bu hijyeni de milliyetçilik kadar riskli buluyorum. Neyse, bu Rus arkadaşıma çok beğendiğim bir Rusça kitap önerdim. Nobelli kitap. Bilmemesine olanak yok. Tepkisini merak ettim de önerdim. Arkadaşım hemen cevabı yapıştırdı: “Okumadım ama güvendiğim insanlardan yorumlar aldım. İçinde ne olduğunu biliyorum. Bize işin içinde bir oyun olmadan Nobel vermezler.”
Ne kadar tanıdık geldi değil mi? Burada da Orhan Pamuk için aynı söylenir. “Okumadım ama ne olduğu belli.”
Birleşmiş Milletler’den İllüminati’ye bütün örgütler ve Donald Trump’tan Noam Chomsky’ye bütün yabancıların “bize” kastı olduğunu düşünmekteyseniz düşünme hayatınız çok kolay işliyor demektir.
Bu insanlar aptal mı? Asla. Bu insanların arasında ne doktorlar, ne mühendisler var. Bu insanlar “müftü nikah kıyıyor” diye kızmayan kitlelere “aptal” diye kızıyorlar. Kendi akıllı ve okumuş halleriyle Sarıgül’den Ekmeleddin’e savrulan, kendi cumhurbaşkanı adayına meclis başkanlığı seçiminde oy vermeyen, dokunulmazlıklardan tezkerelere kadar iktidarla flört eden partilerine oy vermekte bir beis görmüyorlar.
***
Akıllı olan değil, akılla hareket eden insanlara ihtiyacımız var bizim. Nasıl olabiliyorsa herkes eş zamanlı olarak çok fazla kendinden emin ve tedirgin buralarda.
***
Kimbilir kaçtır söylüyorum. Kimbilir kaç kişi daha söyledi. Bizim problemimiz, çaresizliğimiz derinlerde. 1915’ten beri olana bitene bir göz atın. Bir milyon kişi önce yerinden yurdundan, sonra pek çoğu hayatından edilmiş. Bugüne kalan bir mahcubiyet dahi yok. Varsa yoksa, soykırım denmesin, başka bir şey densin.
Ne çok şey anlatıyor bu “ne desek” olayı. Her sene 24 Nisan’da kahvesiyle, berberiyle, gazetesiyle memleket medyası ABD başkanına kilitleniyor. Acaba “soykırım” mı diyecek, “kırım” mı? Düşünsenize, bir katliamdan, utanç verici bir tehcirden 102 sene sonraya kalabilen en görkemli tartışma kırım lafının başındaki üç harfe kilitleniyor. Batı dönse, “tamam ulan soykırım değil, kırım” dese Ermeni sorunu çözülecek, izleri silinecek, yaraları sarılacak sanki. Bunu sanan, konuyu bu düzeyde değerlendiren insanlar günlük ihtiyaçlarını kendileri görebilen insanlar. E-posta filan kullanabilen, kendilerine göre sağlıklı, her partiye oy veren milyonlar… Öyle milyonlar yüzünden işte bu ülkede elle tutulur, peşinden gidilir bir parti, bir STK, bir teşekkül yok.
***
Bu düzen böyle mi gidecek? Pireler filleri yutacak mı?
Bir kere 1915’i, İstiklal Mahkemeleri’ni, Varlık Vergisi’ni, 6-7 Eylül’ü, Çorum-Maraş Katliamlarını, 2 Temmuz’u, Roboski’yi, yıkılan şehirleri, teşebbüsünden post modernine bütün darbeleri günlük hayatını neredeyse değiştirmeden “atlatabilen” bir toplumun bu kadar uzun süre “birlik ve beraberliğini” idare edebilmiş olması zaten bir mucize. Daha ne kadar daha idare edebilir bilmiyorum.

Bence ağlayan ağlamayı bırakıp önce kendine bakmalı. Sonra da değişmeye ve örgütlenmeye başlamalı. Bence (elbette ben de dahil) hepimiz yanılıyoruz. Dünyada ve Türkiye’de her şey değişiyor.
Bu arada bana sorarsanız gençler varken umut var. Gezi konusunu açmayacağım. Daha güncel bir örneğim var. 300 bin kişilik İnterrail Türkiye diye bir Facebook grubu var. Bir yığın da alt grup… Türkiyeli gezginler bilgi alışverişi yapıyorlar orada. Muhabbet ediyorlar, anılarını anlatıyorlar, dayanışıyorlar, beraber faaliyet düzenliyorlar. Müthiş örgütlüler. Girin bir bakın neler yapıyorlar. Dünyanın bir ucunda birisine avukat gerekiyor, şıp buluyorlar. Öbürü bir yerde çantasını unutuyor, hop alıyorlar. Beraber geziyorlar, eğleniyorlar. Şapkanız uçar. Her siyasetten insanın, daha doğrusu “akılların” birlikte yaşaması olayını, “kimseye zararı dokunmadıkça her şey serbesttir” hukukunu çoktan hayata geçirmişler. Bizler, bir ortak bildiriyi yüz bin kere değiştirmeden yazamazken; onlar, yüz binlerce kişi bir çeşit anayasa ve konsensüs dahilinde neredeyse hiç maraz çıkmadan “her şey serbest” yaşayıp gidiyorlar. Grup kuralları “pek de kurallarımız bulunmamaktadır” diye başlıyor. Homofobiyi adıyla anarak ayrımcılığı ve hakaret, reklam gibi rahatsızlık işini yasaklamışlar. O kadar. Bir erkek sarkıntılık mı yapıyor, yahut anlamsız para hesabına giren, başka türden bir zibidilik yapan mı var? Birisi “çomar detected” diyor ve hop, muhabbete boğuluyor konu. Yapan, çaresizlik içinde “ortama uyuyor”. Başka bir yığın yazılmış yazılmamış, pek çoğu oluşmuş konvansiyonları, kendi jargonları var.
Bir arada iyi vakit geçirmenin bin türlüsünü bulmuşlar. Batılılar gibi hazıra konmadıkları, memlekette “bir gezme geleneği” bulunmadığı için her bir şeyi sıfırdan bulmaları gerekmiş. Bu yüzden batılı benzerleriyle karşılaştırılamayacak kadar yaratıcılar. Hepsini başka bir yazıda ayrıca anlatacağım.
***
Sadece gezelim, eğlenelim demiyorum. Elbette haksızlıklara karşı duracağız. Hakkımızı savunanların hakkını savunmamız gereken vakitlerden geçiyoruz. Bu sıradan gerçekler dışında tek bildiğim cesur olmamız, değişmemiz ve örgütlenmeyi öğrenmemiz gerektiği. Örgütlenme deyince de devrim için mahalleleri örgütlemekten değil, her ne yapıyorsak onu berabere ve daha iyi yapabilmeyi kastediyorum. Sonsuz toplantılar, paneller ve klişe retoriklerden sıkılmayan kalmadı sanırım.
Yoksa hem bir işe yaramamaya devam edeceğiz, hem de tükeneceğiz.

27 Ekim 2017'de gazeteduvar'da yayımlanmıştır.


Hiç yorum yok: