Türkiye’nin en büyük şansı da şanssızlığı da bu tırnak
içinde güvenli hali. Daha doğrusu “aman bir tatsızlık çıkmasın da gece rahat
uyuyalım” hali. Sessizliği sağlamayı uzlaşma sanan çirkin hali. Düşünsenize,
insanlar arasındaki her türlü sorun karşısında anneler, babalar, arkadaşlar,
patronlar, işçiler, sendikacılar, karakol polisleri, mahkemeler hepsinin işi
gücü “öpüşün barışın” demektir.
Bir arkadaşım anlattı, Fransız bir arkadaşı ailesiyle
Türkiye’ye yerleşecekmiş, ev bakıyorlarmış. Güvenlik sebebiyle. Arkadaşım
şaşkınlık içerisinde sormuş: “Deli misiniz? İnsanlar buradan oraya gidiyor.
Aynı sebeple.”
İkna edememiş.
Fransız arkadaş demiş ki, “15 Temmuz’da olanı biteni gördüm.
O olanın bitenin yarısı Paris’te olsaydı ülke birbirine girmişti. Sizde ertesi
gün hayat normale döndü. Daha güvenli bir ülke olabilir mi? Ne olursa olsun
galeyana gelmiyor.” Haksız mı?
Türkiye’nin en kara günlerinden birinin sonrasına bakalım.
12 Eylül 1980 sonrasında ülkenin minik bir pürsentajını oluşturan devrimcilerin
hayatı geri alınamaz bir şekilde değişti elbette. Ama bunlar dışında korkmak
dışında ne yapıldı? Cinayetleri, işkenceleri bir kenara bıraksak bile uzun
yıllar konser olmadı, film çekilmedi, roman yazılmadı, albüm yapılmadı; yine de
herkes büyük bir uysallıkla yaşadı gitti. Darbeye tepkisi de oturduğu yere
neredeyse üfleyerek oturan, apartman yönetimi için bile güven vermeyen Sunalp’e
oy vermeyip retorik uzmanı Özal’ı parlatmak olabildi. Bu kadarını darbesiz de
yapabilirlerdi. Kenan Evren uzunca yaşadı, masum bir öğretmen emeklisiymiş gibi
Marmaris’e yerleşti, resme başladı, adı okullara yollara verildi, ibretlik
anılarını marifetmiş gibi yazdı, eceliyle öldü.
***
Hal böyle. İnsanlar memnun mu? Hayır. Mızıldanma var. Ben
dikkat ettim, yaz boyu “eee yeter artık” hatta “ya basta” mesajlarının çoğu
Güney sahillerinden geldi. Önce uzatılmış ayakları da içine alan sahil ve deniz
karesi, ardından “of yeter artık”. Belki bir de kareye girmiş Kürk Mantolu
Madonna. Yanlış anlamayın. Herkes kumsalına gitsin. Hatta bizim memleketteki en
bilinmeyen şeylerin başında iyi vakit geçirmek var. Sabahattin Ali’ye de
bayılırım. Lakin tatildeki birisinin “bıçak kemiğe dayanmış” gibi davranması
ilginç.
Türkiye’nin en büyük şansı da şanssızlığı da bu tırnak
içinde güvenli hali. Daha doğrusu “aman bir tatsızlık çıkmasın da gece rahat
uyuyalım” hali. Sessizliği sağlamayı uzlaşma sanan çirkin hali. Düşünsenize,
insanlar arasındaki her türlü sorun karşısında anneler, babalar, arkadaşlar,
patronlar, işçiler, sendikacılar, karakol polisleri, mahkemeler hepsinin işi
gücü “öpüşün barışın” demektir.
Yahu adam karısını dövmüş, öbürü bilmemne kabahatine kurban
gitmiş, beriki haksızlığa uğramış. Niye barışalım? Niye uzlaşalım? Hukuk
uzlaştırmak için mi vardır? Hukuk çatışma çözmek için vardır. Adaleti sağlamak
için vardır. Uzlaşma adına ezenin ezdiğiyle, bozanın bozduğuyla kaldığı yerde
kim yaşamak ister? Hatta pek çok insan ezenin bozanın tarafına geçmek ister.
***
Rus ulusalcısı bir arkadaşım var, çok severim. Evet,
Türkiye’de de ulusolcu, milliyetçi, vatansever, yurtsever, değişik isimlerle
milliyetçi arkadaşlarım var. Milliyetçilk bence de hoş görülmemeli. Ama milliyetçileri
hoş görmek durumundayız. Öbür türlüsü için site hayatı lazım. Hani yapıyorlar
ya, “kendileri gibi” insanlar bir araya gelip birbirleriyle komşu oluyorlar,
dışarı dikenli tel çekip timsah gezdiriyorlar çevrelerinde. Siteye yerleşecek
olanı irtibatlar zinciri içinde buluyorlar. Bu hijyeni de milliyetçilik kadar
riskli buluyorum. Neyse, bu Rus arkadaşıma çok beğendiğim bir Rusça kitap
önerdim. Nobelli kitap. Bilmemesine olanak yok. Tepkisini merak ettim de
önerdim. Arkadaşım hemen cevabı yapıştırdı: “Okumadım ama güvendiğim
insanlardan yorumlar aldım. İçinde ne olduğunu biliyorum. Bize işin içinde bir
oyun olmadan Nobel vermezler.”
Ne kadar tanıdık geldi değil mi? Burada da Orhan Pamuk için
aynı söylenir. “Okumadım ama ne olduğu belli.”
Birleşmiş Milletler’den İllüminati’ye bütün örgütler ve
Donald Trump’tan Noam Chomsky’ye bütün yabancıların “bize” kastı olduğunu
düşünmekteyseniz düşünme hayatınız çok kolay işliyor demektir.
Bu insanlar aptal mı? Asla. Bu insanların arasında ne
doktorlar, ne mühendisler var. Bu insanlar “müftü nikah kıyıyor” diye kızmayan
kitlelere “aptal” diye kızıyorlar. Kendi akıllı ve okumuş halleriyle
Sarıgül’den Ekmeleddin’e savrulan, kendi cumhurbaşkanı adayına meclis
başkanlığı seçiminde oy vermeyen, dokunulmazlıklardan tezkerelere kadar
iktidarla flört eden partilerine oy vermekte bir beis görmüyorlar.
***
Akıllı olan değil, akılla hareket eden insanlara ihtiyacımız
var bizim. Nasıl olabiliyorsa herkes eş zamanlı olarak çok fazla kendinden emin
ve tedirgin buralarda.
***
Kimbilir kaçtır söylüyorum. Kimbilir kaç kişi daha söyledi.
Bizim problemimiz, çaresizliğimiz derinlerde. 1915’ten beri olana bitene bir
göz atın. Bir milyon kişi önce yerinden yurdundan, sonra pek çoğu hayatından
edilmiş. Bugüne kalan bir mahcubiyet dahi yok. Varsa yoksa, soykırım denmesin,
başka bir şey densin.
Ne çok şey anlatıyor bu “ne desek” olayı. Her sene 24
Nisan’da kahvesiyle, berberiyle, gazetesiyle memleket medyası ABD başkanına
kilitleniyor. Acaba “soykırım” mı diyecek, “kırım” mı? Düşünsenize, bir
katliamdan, utanç verici bir tehcirden 102 sene sonraya kalabilen en görkemli
tartışma kırım lafının başındaki üç harfe kilitleniyor. Batı dönse, “tamam ulan
soykırım değil, kırım” dese Ermeni sorunu çözülecek, izleri silinecek, yaraları
sarılacak sanki. Bunu sanan, konuyu bu düzeyde değerlendiren insanlar günlük
ihtiyaçlarını kendileri görebilen insanlar. E-posta filan kullanabilen,
kendilerine göre sağlıklı, her partiye oy veren milyonlar… Öyle milyonlar
yüzünden işte bu ülkede elle tutulur, peşinden gidilir bir parti, bir STK, bir
teşekkül yok.
***
Bu düzen böyle mi gidecek? Pireler filleri yutacak mı?
Bir kere 1915’i, İstiklal Mahkemeleri’ni, Varlık Vergisi’ni,
6-7 Eylül’ü, Çorum-Maraş Katliamlarını, 2 Temmuz’u, Roboski’yi, yıkılan
şehirleri, teşebbüsünden post modernine bütün darbeleri günlük hayatını
neredeyse değiştirmeden “atlatabilen” bir toplumun bu kadar uzun süre “birlik
ve beraberliğini” idare edebilmiş olması zaten bir mucize. Daha ne kadar daha
idare edebilir bilmiyorum.
Bence ağlayan ağlamayı bırakıp önce kendine bakmalı. Sonra
da değişmeye ve örgütlenmeye başlamalı. Bence (elbette ben de dahil) hepimiz
yanılıyoruz. Dünyada ve Türkiye’de her şey değişiyor.
Bu arada bana sorarsanız gençler varken umut var. Gezi
konusunu açmayacağım. Daha güncel bir örneğim var. 300 bin kişilik İnterrail
Türkiye diye bir Facebook grubu var. Bir yığın da alt grup… Türkiyeli gezginler
bilgi alışverişi yapıyorlar orada. Muhabbet ediyorlar, anılarını anlatıyorlar,
dayanışıyorlar, beraber faaliyet düzenliyorlar. Müthiş örgütlüler. Girin bir
bakın neler yapıyorlar. Dünyanın bir ucunda birisine avukat gerekiyor, şıp
buluyorlar. Öbürü bir yerde çantasını unutuyor, hop alıyorlar. Beraber
geziyorlar, eğleniyorlar. Şapkanız uçar. Her siyasetten insanın, daha doğrusu
“akılların” birlikte yaşaması olayını, “kimseye zararı dokunmadıkça her şey
serbesttir” hukukunu çoktan hayata geçirmişler. Bizler, bir ortak bildiriyi yüz
bin kere değiştirmeden yazamazken; onlar, yüz binlerce kişi bir çeşit anayasa
ve konsensüs dahilinde neredeyse hiç maraz çıkmadan “her şey serbest” yaşayıp
gidiyorlar. Grup kuralları “pek de kurallarımız bulunmamaktadır” diye başlıyor.
Homofobiyi adıyla anarak ayrımcılığı ve hakaret, reklam gibi rahatsızlık işini
yasaklamışlar. O kadar. Bir erkek sarkıntılık mı yapıyor, yahut anlamsız para
hesabına giren, başka türden bir zibidilik yapan mı var? Birisi “çomar
detected” diyor ve hop, muhabbete boğuluyor konu. Yapan, çaresizlik içinde
“ortama uyuyor”. Başka bir yığın yazılmış yazılmamış, pek çoğu oluşmuş konvansiyonları,
kendi jargonları var.
Bir arada iyi vakit geçirmenin bin türlüsünü bulmuşlar.
Batılılar gibi hazıra konmadıkları, memlekette “bir gezme geleneği” bulunmadığı
için her bir şeyi sıfırdan bulmaları gerekmiş. Bu yüzden batılı benzerleriyle
karşılaştırılamayacak kadar yaratıcılar. Hepsini başka bir yazıda ayrıca
anlatacağım.
***
Sadece gezelim, eğlenelim demiyorum. Elbette haksızlıklara
karşı duracağız. Hakkımızı savunanların hakkını savunmamız gereken vakitlerden
geçiyoruz. Bu sıradan gerçekler dışında tek bildiğim cesur olmamız, değişmemiz
ve örgütlenmeyi öğrenmemiz gerektiği. Örgütlenme deyince de devrim için
mahalleleri örgütlemekten değil, her ne yapıyorsak onu berabere ve daha iyi
yapabilmeyi kastediyorum. Sonsuz toplantılar, paneller ve klişe retoriklerden
sıkılmayan kalmadı sanırım.
Yoksa hem bir işe yaramamaya devam edeceğiz, hem de
tükeneceğiz.
27 Ekim 2017'de gazeteduvar'da yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder