Cuma, Nisan 11

Her Çağın Şeytanı Levanten-Kozmopolitlerin Katl’edilişi

 Ekrem Düzen

Kadim Şeytanlar 
Maria Ilioú’nun yazıp yönettiği İzmir: Kozmopolitan bir Şehrin Yok’edilişi 1900-1922 filmi, bilmek istemediğimiz geçmişimizi kayıtsızlığın karanlığından kurtarmış tarihi bir belgedir. Bu belge-film, bize, yurt edindiğimiz bu toprakları niçin durmaksızın mahvetmekte olduğumuzu anlatır.
Şehirlerimizin şehre, köylerimizin köye, evlerimizin eve niçin bir türlü benzeyemediğini bu filme bakarak bir anda kavrayıveririz. Levant’ın kozmopolit şehri İzmir’in yeni sahipleri (İzmir’i, İngiliz destekli Yunan işgalinden kurtaranlar) şehirde çıkan yangını bir aydan daha uzun bir süre müdahalede bulunmaksızın seyretmişlerdir. Ta ki tüm levantenler şehri terk edip kozmopolit hayat bütün insani ve maddi unsurlarıyla beraber kül oluncaya dek.

Bugün İzmir’de o dönemden kalan az sayıdaki ize ulaşmak için özel çabalar sarfetmek gerekir. Şehre hakim olan görüntü, körfezin etrafını aşılmaz bir Çin Seddi gibi çevirmiş bitişik nizam apartman silsilesidir. Dünyada eşine az rastlanır bir coğrafyada, eşine az rastlanır çirkinlikte bir yapılaşmadır bu. İzmir’in kozmopolit-levant geçmişini yok eden sürgünden ve yangından kalanları, bu barbar beton silsilesi örtüp unutturmaya çalışmaktadır.


Şehirlerden kasabalara, kasabalardan köylere kanser gibi yayılan TOKİ deliliği, bu örtbas etme, unutturma çabasından başka bir şey değildir. Şehirden, doğadan, insandan, haktan, hukuktan, ahlaktan, vicdandan anlamayan kişilerin yerel ve merkezi yönetimlerin başına gelebilmeleri tesadüf değildir bu ülkede. Hepsi aynı suçun ortağıdır. O suç, kozmopolit dünyayı talan edip malını yeme suçudur. Bu yüzdendir ki bizim hem yerel belediyelerimiz hem merkezi hükümetlerimiz sadece ve sadece hangi arsanın kaç zaman sonra kaç para edeceğinden başka bir şey düşünmezler, düşünemezler. Bin kere yapılmış kaldırımların hala yürünemez oluşu bundandır. Günlük çöplerin bile toplanamayıp her sokağın açık çöplük olmaktan kurtulamayışı bundandır. Yoksa neyle izah edilir ülkenin kurtuluşunun simgesi İzmir Hükümet Konağı’na bitiştirilen o ek binalar? Yetmezmiş gibi tam önüne devasa bir belediye binası kondurmak neyle izah edilir? Şehrin en büyük meydanından bile denizi görünmez hale getirmek başka neyle izah edilir?


İttihatçıların güç kazanmaya başladığı günlerden başlayarak bütün bir Meşrutiyet-Cumhuriyet tarihi, kozmopolit Osmanlı dünyasının tasfiye tarihi olarak okunabilir. Tanzimat’ın bu denli ironik bir hezimete varacağını görebilen oldu da bunu bize haber vermediyse ona yazıklar olsun! Yok haber verdi de biz o haberi okuyamadıysak bize yazıklar olsun!


Velhasıl, sakatlanmış Monarşi’yi tedavi edeceğim derken büsbütün kötürüm bırakan Meşrutiyet’ten, Cumhuriyet’e miras diye kala kala kozmopolit dünyayı yakıp üstüne beton dökme kabiliyeti kaldı. Kadim zamanlardan beri binbir kavme iyi kötü evsahipliği yapmış bu topraklar son yüzyıldır tarihin en incelikli soykırım, katliam, sürgün, ve talanlarını gördü… ve görmeye devam ediyor.


Bu kıyımların tamamı çeşitli milliyetçiliklerle meşrulaştırılmaya çalışıldı. Oysa bu topraklarda milliyetçilik bir sebep değil bir sonuçtu. Suçunu unutturmaya çalışan katliam ve talan kadroları, sebeple sonuca takla attırarak üstüne bir de kahraman olmayı becerdiler.


Kolonyalist ve merkantilist çağı doğru okuyamayan Osmanlı, Sanayi Devrimi’ni ıskalamakta o kadar ısrar etti ki dış yağmanın yolu kesilince iç yağmadan başka bir ekonomi-politik üretemedi. İçeride kimin yağmalanacağı belliydi. Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Süryaniler ya katledilerek ya sürülerek bütün varlıklarına el kondu. Katledilemeyecek veya toptan sürülemeyecek büyüklükteki Kürt ve Alevi nüfus oldukları yerde kıstırıldı, hem fiziki hem de sosyal hareket alanları daraltıldı. Bugün Kürt ve Alevi nüfusun coğrafyamızın tamamına yayılmış gibi görünmesi bir illüzyondan ibarettir. Gerçekte olup biten bu kimliklerin dağılmış bulundukları bölgelerde de fiziksel ve sosyal bir yalıtılmışlık içinde yaşıyor olduklarıdır.


Bütün bunlar bize yeni bir ulus yaratma süreci diye yutturuldu. Bu yalana ilk önce yalanı ortaya atanlar inandı. Suç öylesine büyüktü ki unutturma çabasının da bu denli akıl dışı olması kaçınılmazdı. Bugün artık sayıları sadece birkaç bine inmiş bu toprakların kadim halkları bu ülkede hala en nefret edilen, yani en korkulan halklardır. Böylesi büyük suçlar işlemiş dedelerin torunları bu kirli mirası nefret etme dışında hazmetmenin bir yolunu aramamaktadırlar.


Kürtlerin ve Alevilerin direnişi daha uzun yıllar sürecektir. Temel fark, öncekilerin başka bir dine mensup olması değildir elbette (çünkü zaten çoğunlukla makbul dinden sayılmamaktadırlar). Kürtler ve Aleviler – en azından başlangıçta – Ermeni, Rum, Yahudi, Süryani gibi çoğu şehirleşmiş, çoğu zanaat erbabı, çoğu okur-yazar, çoğu dünya kültürüyle tanışık halklar değildi. Kısaca daha az kozmopolit idiler. Ellerinde hazır pişmiş mamulleri azdı. Hızla ve bir kerede talan edilecek zenginlikleri yoktu.* Üstelik öldürülmeleri için harcanacak kaynak yağmadan elde edilecek ganimetten fazlaydı. Ne var ki potansiyel doğal kaynaklar üzerinde oturmakta ve ucuz iş gücü sağlamaktaydılar. Sıkı bir kontrol altında tutulup yalıtılmış kalmaları sağlanırsa bu potansiyel kaynaklar ve ucuz iş gücü zamana yayılmış şekilde yağmalanabilirdi. Üstelik düşük bir maliyetle! Kuvvetli milliyetçilik söylemleriyle yetişmiş vatansever kuşaklar bu yarı-açık-kolhoz-cezaevlerinin gönüllü gardiyanları olmayı çoktan kabul etmişlerdi.


Modern Şeytanlar


2011 balkon konuşmasında bütün ülkenin ve bütün yurttaşların başbakanı olacağına kutsal bildiği her şey üstüne yemin etmiş başbakanın yeminini bozması uzun sürmedi. Şaşırmayacağımızı daha o zaman açıkça ifade etmiştik. Bu yemin bozmanın gereği olarak bugün, tam şu anda, yeni bir sürgün ve katliamın hazırlıkları tamamlanıyor. Bu kez hedeftekiler kadim kimliklerle tanımlanmıyor. Bu yeni sürgün ve katliamın öznesi, yerli kozmopolitler. Kendi öz yurdunda zoraki birer levanten haline dönüşmüş/dönüştürülmüş sıradan yurttaşlar. Emri verenler güpegündüz meydanlardan hedef gösteriyor. Tetikçiler kapıları işaretliyor. Yaklaşan linçlerin kokusunu alan militanlar sokaklarda poliscilik oynuyor. Ezberini çoktan bitiren resmi görevliler – iki talim arası – hileli zarlarına civa döküyor.


Şehrin anonimliğinde kaybolarak, kendileri gibi iç sürgünlerle yanyana hayata tutunabilen bu henüz adı konmamış yeni kuşak, kimseyle başı sonu bilinmeyen bir çekişme içinde olmadığı için, vasat ve munis olduğu için, başkasından kendisi gibi olmasını talep etmediği için, siyah-beyaz değil rengarenk bir dünyanın hayalini kurduğu için hedefte. Bu kez malı mülkü için değil, yağmaya ortak olmayı kabul etmediği için hedefte. Suçu örtbas eden değil açığa çıkartan, unutturan değil hatırlatan olduğu için hedefte.


Levant’ta, şehirden çok kendi içine yerleşen kozmopolit, her şeyden çok öğrenmeye meraklıdır. Her şeyden haberdardır. Haberin ta kendisidir. Şüphesini sorgulayarak, sorgulamasını sınayarak olgunlaştırır. Kendisi dışında bir otoritenin himmetine, inayetine muhtaç değildir. Yönetme ve yönetilmenin ötesinde, etikten doğan estetiğin ve estetikten doğan etiğin kesiştiği çizgide kurar yurdunu. Bu yurt, normdan bağımsız ahlakın doğup büyüdüğü bahçedir. Üretkenlik ve yaratıcılığın koynunda yetişir bu ahlak ve sonra dönüp yetiştiği bahçenin toprağını işler. Başı da sonu da insanla işaretlenmiştir. Kozmopolit-levanten, kerameti kendinden menkul bir kurallar ahlakının değil, vicdanın doğurgan ahlakının yaratıcı öznesidir. İşte bu yüzden, her çağın şeytanıdır.


Suçu yüzüne vurulan yağmacıdan, vicdanına müracaat edemeyeceği için, kendisini yüzleyene saldırma dışında bir savunma beklenmemelidir. Ve yağmacının bildiği yegane saldırı şekli, sürgün ve katliamdır. Bu yüzden her kimi sürüp katledecekse onu kendisinden ayrıştırmak zorundadır. Bu ülkede ötekileştirme, sadece beğenmediklerinin burnunun dibinde olmasını istememe hali değildir; basbayağı bir gün sürülüp katledilecek olanların kapılarını çarpılama işidir.


Yağmacının şimdi şu anda ötekileştirmekte olduğu halk, bugünün şeytanı, yağmacı güruhun ve beslemelerinin ortağı olmamış ve olmayacak herkestir. Bu ortaklığı reddeden herkes düşman işbirlikçisidir. Ajandır. Beyni yıkanmıştır. Dış mihrakların oyuncağıdır. Kültürümüze yabancıdır. Özentidir. Yapmacıktır. Beyaz Türk’tür. Halktan kopuktur. Memleketi tanıyamazdır. Üç kaz güdemezdir. Canı can, haysiyeti haysiyet, marifeti marifet değildir. Ateisttir, solcudur, teröristtir…


Oysa bu insanlar tesadüfen temiz kalmamışlardır. Temiz olmayı seçmiş, temiz kalmanın bedelini ödemişlerdir.


Yeni kuşak zoraki-levanten-kozmopolit, şu veya bu reisin-başkanın-beyefendinin askeri-memuru-yardakçısı-şakşakçısı değildir, olmak istemez. Garsondan su isterken özür dileyerek teşekkür eder. Kendisinin işte o garson, o garsonun işte kendisi olduğunu bilir. Erdemi, kendi erkinin kendi elinde olmasıdır. Kendine saygısını başkalarının takdirinden değil kendi özgür iradesinden devşirir. Kendi kararını kendi vermek, başkasının ayağına basmadan doğru bildiği, arzu ettiği şekilde yaşamak, şehri, doğayı, eşitliği, özgürlüğü, demokrasiyi, insan olmaktan gelen tüm hakları savunmak için Hrant’ta, Gezi’de, Berkin’de diğerleriyle buluşur. İnsanlık onurunun mahalle ahlakıyla çürütülmesine izin vermez, vicdanından başka rehber tanımaz. Aklını, fikrini, duygularını, bedenini, benliğini, kimliğini, olduğu gibi oluşunu cesaretle sahiplenir.



Azıcık yoldan taşmanın bile aşırı cezalandırıldığı dar sosyal çevrelerden çıkmış, gizli-açık bütün engellemelere rağmen ana-baba-akraba-mahalle birleşik cephesinden ayrışmıştır. Anlaşılmaktan çok anlamak, sevilmekten çok sevmek zorunda kalmıştır. Babasının, hele dedesinin evinde doğmamıştır. Doğduğu şehirde okumamıştır. Okuduğu şehirde çalışmamıştır. Her gittiği yeri memleket, her taşındığı evi yuva etmeye uğraşmış, huysuz evsahibiyle haset komşu arasından sıyrılıp kimsenin yolunu kesmeden işine gücüne koşturmuştur. Kendi varoluşunu kendi tırnağıyla biçimlendirmiştir. Öyle safkan, beyaz falan değil, basbayağı melezdir, renk renktir.

Ve, önceki sürgünlerden-katliamlardan habersiz de değildir. Tam tersine, bilgisinden saklanmış olanı sezgisiyle bilmiştir: Önceleri, annesinin kapı önünde beştaş oynadığı çocukluk arkadaşlarıyla niye her yıl değil de ancak on-yirmi-otuz-kırk yılda bir buluşabildiğini, buluştuğunda sevineceği yerde niye her biri diğerinin boynunda saatlerce ağladığını anlayamamıştır. Bitişikteki gavur mahallesinden anneannesinin gününe gelen, bayramını kutlayan, ölüsüne yemek, düğününe çalgı gönderen komşusunun, ailesi ortadan kaybolunca dedesinin kardeşine nikahlandığını, bu nikahtan doğma kuzenlerinin düğün davetiyesini eline almadan öğrenememiştir… Yıllar sonra, taş sokakta tornet kaydırdığı kendi çocukluk arkadaşlarıyla buluşurken anlaması gerekeni anlamıştır. Öğrenmesi gerekeni ise bir başka iç sürgünle nikahlandığı haberini kuzenlerine verirken öğrenmiştir… Vicdanının yargısına güvenmek için başkasının hakemliğine hiç ihtiyaç duymamıştır.


Bu toprakların galiz yağmacıları şimdi bir kez daha, bu kendisi halis sahibi cılız vicdanı söküp atma arefesindedir…




* Kürtler veya Aleviler her ne zaman bir yerleşimde zenginleşmiş ve yağmalanacak hazır mamul sahibi olmuşlarsa orada katledilmişlerdir. Maraş Katliamı (1978) bu tür katliamların en acı örneklerinden biridir.

Hiç yorum yok: